Ana sayfa
Free Web Hosting

Sosyalist demokrasi tartışması

PROLETARYA İHTİLALİ, DÖNEK KAUTSKY VE ‘BİZİM PLEHANOV’

Bilimsel sosyalizm kavramı ile bilim yöntemi ve felsefesi yer değiştirilerek işçi sınıfı partilerinin bilimsel sosyalist (marksist) parti ile eşitlenmesi, konjonktürsel olabilecek olan işçi sınıfının çok partili örgütlülüğünü genel teori düzeyine yükselterek bir yanlış yapmıştır. Bilimsel sosyalizm çok olamaz; tektir. Her ne kadar ‘tekel’i anımsatsa da, marksizmin değişik partilerce savunulması durumu aşılması gereken, komünistlerin birliğine yönelik arızi bir durumdur.

HACI YILDIZ

 

İLK SÖZ

Bu yazı ile Türkiye’de seksenli yıllarda ve özellikle anılan dönemin ikinci yarısında sosyalist kamuoyuna mal olmuş ‘sosyalist demokrasi’ konusuna eleştirel ve karşı bir bakış sergilenmektedir. M. Sayın’ın makaleleri ile inşa edilen bu konu üzerinde yazarken ister istemez, bir M. Sayın eleştirisi de ortaya çıkmış bulunuyor. Bu ikisini birbirinden ayırmak mümkün olmadığı için, yazının konusunun ‘sosyalist demokrasi’ mi yoksa M. Sayın mı olduğu sorulabilir.

Hem biri hem öteki ve hem de ikisi birden olmak zorunluluğundaki bu yazı, esas olarak M. Sayın’ın kendi yazılarının gelişmesini takip etmeye çalıştı. Akıp giden zamanın; toplumsal ve tarihsel gelişmelerin karşısında, tarihten kendince çıkardığı dersler ışığında konumlanma çalışması olan ‘sosyalist demokrasi’ meselesi, yazılı edebiyatını oluştururken bir sonraki halkanın nereye çıkabileceğini görmek, marksist tarih ve toplum bilinci ile donanmayı gerektiriyordu. Bu tartışma ve inşanın ilk muhatapları Kurtuluşçulardı. Ve doğaldır ki Kurtuluşçuların bir çoğu eksik donanımlı girdiği bu tartışma tarafından belirlendi. Yaklaşık yirmi yıla yakın bir süre içine yayılmış ve M. Sayın’ın kişiliği ve kaleminde cisimleşmiş ‘sosyalist demokrasi’ edebiyatını bugünden bakarak incelemek, fotoğrafın bütününü görmek gibi bazı avantajları beraberinde getiriyor. Bu avantajları kullanmadan edemezdik. Okuyucu açısındansa bu durum bir zorluk oluşturmaktadır. Birbirini zaman olarak birebir takip etmeyen ve esas olarak yazıldıkları bağlamda değerlendirilmesi gereken makalelerden alıntılar, okuma güçlüğü yaratıyor. Ama bütün bu makale ve alıntılar (ÖDP Platformuna gönderilen mektuplar da dahil), ‘sosyalist demokrasi’ denen bütünü oluşturmaktadırlar. Bu nedenle bağlamlarından koparıldığı ileri sürülemez.

Son on beş yıldır politik kişiliği ve teorik yazını ‘sosyalist demokrasi’ başlığı ile özdeş hale gelmiş M. Sayın, biz ikinci kuşak Kurtuluşçular açısından bir idol olmuştu ve onun hata yapmasını beklemek olacak iş değildi! Her şeyi O’nun süzgecinden geçirerek ve onun gibi düşünerek yorumlamaya başlayınca, yazının oluşma sürecindeki değerlendirmelere eleştirel bakma şansını büyük ölçüde yitiriyorduk. Ama bir şeylerin ters gittiği ve farklı, üstelik cepheden konumlanışların başladığı dönemden bu yana yaşananlar değerlendirildiğinde görülecektir ki her anlaşmazlığın taraflarını, yeni bir görüş açısı edinmiş ‘sosyalist demokrasiciler’le, ‘eski paradigma’ içinde kalmakta ısrar eden ‘dogmatikler’ oluşturmaktadır.

Kurtuluşçular için önemli bir isim olan M. Sayın, kendi yazdıkları ile de çelişkiye düşerek bu yazını oluşturmayı sürdürmüş, attığı adımlardan sonra bir önceki adımla çelişip çelişmediğini yeterince düşünmemiştir. Eskiden eleştirdiğimiz ve neredeyse alay konusu yaptığımız sık özeleştiri yapan bazı siyasi hareketlerden daha kötüsünü yaparak birbiriyle çelişen yazı, makale ve politikaların bir önceki ile çelişenleri sadece görmezden gelinmiş, dogmatik olmamak ve değişen şartlar savunularının arkasına saklanılmıştır.

Bunun bir nedeni ya da nedenlerinin olması gerekir. Bu uzun yazının başlangıcında ‘nedenlere’ ilişkin bir saptama yapmamıza yardımcı olacağını düşünerek daha önce ÖDP’li Kurtuluşçular arasında gerçekleşen ayrışma üzerine 1998 yılında M. Sayın’ın gönderdiği mesajda yazdıklarını aktaralım:

“Kurtuluşun ve sosyalizmin tarihinden ders alınmamıştır çünkü, iki yıldır sürdürülen sorun çözme yöntemi ve ulaşılan sonuç Kurtuluşun geliştirdiklerine hiç uymamaktadır. Bırakalım sonradan geliştirilmiş olanları, Kurtuluş çok daha ilkel dönemlerinde hareket içerisinde çıkan problemleri örgüte mal etmeyi başarmış, insanların verilen kararlar üzerinde şöyle ya da böyle etkin olmasını sağlamıştır. Demokrasi konusundaki gelişmeler yaşandıktan sonra ise en karanlık günlerde dahi tüm unsurlarını içine katabildiği tartışmalar yürütmüş ve bundan tüm bir hareket olarak ileri adımlarla çıkmayı başarmıştır. Şimdi; koşulların çok daha rahat olduğu, her nasılsa egemen sınıfların şiddetli saldırılarıyla yüz yüze gelinmeyen böyle bir dönemde (abç) tartışmak olanaklı olmamaktadır. Anlamıyorum: kabul etmiyorum.” (13 Şubat 1998)

Anlaşılması zor bir şey daha var. 1998 yılı, seksenlerin başlarıyla hangi ölçütle karşılaştırılmaktadır ki, “koşulların çok daha rahat olduğu” söylenebilmektedir. Ve acaba kimler “egemen sınıfların şiddetli saldırılarıyla yüz yüze gelmemektedirler”, kimler de bununla yüz yüzedir? Her nasılsa olmuş olan bu ‘iyileşmelerin’ sınıfsal karşılıkları, politik tezahürleri neler olmuş olabilir? Örneğin faili meçhuller, işkenceler, yargısız infazlar, gözaltında kayıplar, hak gaspları, cezaevlerindeki ve genel olarak toplumdaki antidemokratik baskılar (yasal ve yasadışı) ortadan kalkmış mıdır? Darbenin ilk aylarında ya da yıllarındaki özel koşulların ayrıcalığını unutmak anlamına gelmesin bu sorular.

Ama olumlu yanıt verildiğinde bir türden politik açılımlara denk gelebilecek olan bu soruların yanıtları kuşkusuz olumlu değildir. Bu sorulara olumlu yanıt veren ve de tabloyu mümkün bulanlar çok uzun bir zamandır yasal parti yolunda ilerleme kaydetmişlerdir! Bu sözlerden çok kesin anlamlar çıkarmamak gerekse de, zihinlere bazı sorular çağrıştırdığı yadsınamaz. Birazdan sergilemeye çalışacağımız sosyalist demokrasi’ konusunun açılımları ise bu yola giren Kurtuluşçuların bütün yönelimlerini belirlemiştir. Ta ki iş bir nevi demokrasicilik oyununa dönüşene kadar! Kuşkusuz bu oyunda egemenler de kendi iktidarlarınca bir rol almayı, hiç değilse suflörlük yapmayı istemiş de olabilirler! Bu da gözardı edilecek bir durum olmasa gerek?

GÜNDEMDEKİ KARMAŞA

Kurtuluş Hareketinin bugünkü durumunu açıklamak, hareketin parçalarını oluşturanlar açısından oldukça çetrefil sayılabilecek bir meseleyi oluşturmaktadır. En azından bugün ikisi, ÖDP sürecinden gelmekte olan ve ‘her nasılsa’ oraya bir tarihte girmiş olan iki parçası, ÖDP’li Kurtuluşçuluk dediğimiz kategoriyi oluşturmaktadır. Birinci sayımızda da belirttiğimiz gibi, “ÖDP’li Kurtuluşçuluk’un külliyatında ise ‘sosyalist demokrasi’ dışında hiçbir tez kalmamıştır.” (“Çıkarken”, Kurtuluş Sosyalist Dergi 1, Kasım 2001, s. 11)

Bu iddiayı ortaya attıktan sonra en azından çamur atmamış olmak açısından, iddiayı kanıtlamaya çalışmak sorumluluk (üstüme düştüğü ölçüde bu sorumluluğu paylaşıyorum) gereğidir. Üstelik ‘sosyalist demokrasi’ gibi her düzeyi kesen bir tez elinizde ise “daha fazlasına ne gerek var?” diyenler de çıkabilir ve bu tezin sınıf mücadelesinin ve sosyalistlerin her türden ihtiyacına karşılık geldiği savıyla karşılaşabiliriz.

‘Sosyalist demokrasi’ tezinin seksen sonrası Kurtuluş külliyatının başat söylemi olması ve her türden politikanın bu elekten geçirilerek uygulamaya koyulması, bu tezi incelemeyi zorunlu kılmaktadır. Geçmişteki tartışmalar hatırda tutularak yapılacak bir hafıza tazeleme, Kurtuluşçular açısından ‘sosyalist demokrasi’ tezinin bugüne nasıl gelindiğinin anahtar meselesi olduğunu kanıtlayacak ve bugünün sorunlarının bütün detayları ile anlaşılmasını sağlayacaktır.

Dayanışmacı olmasını umdukları partilerinden atılma başarısı gösteren ya da istifaya zorlanan arkadaşlar, ülkede, bir araya gelinmeden hiç bir demokratik ya da sosyalist meselenin gündeme alınamayacağına inanmış olsalar gerek, ÖDP’nin egemen kesimine mektup yazarak, bir şekilde birlikte olmalarının yararlı olacağını söylemeye başladılar. Bu duruma nasıl gelindiği düşündürücü olsa gerek. Sazan balığı gibi her parlayana atladığını itiraf eden, sosyalist demokrasi tezinin baş savunucusu Mahir Sayın, bu 12 yıllık deneyden,

“Bütün ülkenin devrimcileri ve de Kurtuluşçular sosyalist demokrasi zemininde birleşin! Kaybedeceğiniz zihinsel zincirlerinizden başka bir şey yoktur, ama kazanacağımız bir tarih ve yeni bir dünya vardır...” (Kurtuluş 2001 1, s. 56)

dersini çıkarmış ve başkalarına da belletmeye başlamıştır. ÖDP merkezini sahip oldukları demokrasi anlayışı gereği haklı bulduktan sonra esas olarak dönüp ‘sosyalist demokrasi’ meselesini yeterince kavrayıp içselleştiremediklerinden ötürü Kurtuluşçuları suçlamayı da ihmal etmemiştir:

“Kurtuluşçular gerçekleştirdikleri eylemle sosyalist demokrasiye nasıl uzak durduklarını onu bir vitrin süsü haline getirdiklerini gösterdiler. Bugünkü varoluş biçimi bile tek başına bunu kanıtlamaya yeterlidir. Kim neden inansın bu tutumun ikna edici bir özeleştirisi, açıklaması ortaya çıkmadıktan sonra. Sizde olmayanı siz bir başkasına nasıl verirsiniz. Söze vergi olmadığı için de istediğiniz sözü vermekte özgürsünüz.” (Kurtuluş 2001 1. s. 56)

Aslında Mahir Sayın haklıdır. Çünkü aynı derginin sayfalarında Kurtuluş 2001 imzalı yazıda uzunca bir alıntıyla aktarırsak şöyle söylenmektedir:

“Son 10 yıllık tarihimizde dışımıza sosyalist demokrasinin önemini anlatırken, içimizde karşılıklı olarak birbirimizi sosyalist demokratik ilişkiler kurmamakla suçlamamız köklü bir soruna işaret eder.

Sosyalist demokrasi nedir? Bir gelecek toplum tasavvuru mu, çoğulcu bir düşünüş sistemi mi, proletarya iktidarının sürdürülebilmesine ve kendisini sönümlendirebilmesine imkan verecek dünya görüşü mü, örgütsel ilişkilerimizi düzenleyen demokratik merkeziyetçi anlayış mı, ilişkilerimizi şekillendirmesi gereken politika yapma tarzı mı, bürokratik işleyişin panzehiri demokratik bir zihniyet mi?..

Sosyalist demokrasi nedir? İşçi sınıfı-sovyet-parti arasındaki ilişkiler bütünlüğü mü, çok partililik mi, proletarya iktidarının kendisi mi, demokratik merkeziyetçi ilişkiler bütünlüğü mü, eğitenlerin eğitimi mi, yığınlardan öğrenmek mi, sınıf bilincinin taşınması mı?..

Sosyalist demokrasi nedir? Gerçekten de nedir?

Etik bir seçme mi? Her düzeyde, herkesin özne olduğu, geleceğin ilişkilerinin toplumsal proto-tipi mi? Bir tür varlık olarak insan’ın özgürleşme pratiği mi? Sınıf mücadelesinin gereklerini yerine getirmesinin ta kendisi mi? Nedir sosyalist demokrasi? Sosyalist demokrasi’yi körün fili tarif ettiği gibi tarif etme yanılgısına sık sık sürüklendiğimizden kuşku duyulabilir mi?.....

...Evet, sosyalist demokrasi bütün sorunsalları dikey ve yatay kesen, bütün düzeyleri dolaysız bir biçimde etkileyen bir şekilde ele alınmalıdır. Bu itibarla da onun kendinden menkul bir tanımını elde etme çabası bizleri yanılgılara sürüklemekten başka bir işe yaramamaktadır. Her adımda, her düzeyde yeniden ve yeniden tanımlanmalı, geliştirilmeli, pratiğin karşısında sınanmalıdır. Bir bakıma sosyalist demokrasiyi yaşamı (sadece bu an itibariyle değil dünya tarihsel bağlamda da) anlama ve değiştirme pratiği olarak görmeliyiz. Ama tekrar ve tekrar yeniden üretme becerisini göstererek.” (Kurtuluş 2001 1. s. 19)

Bu her şey olan ve bizce bu nedenle ‘hiçbir şey’ olan önemli konunun (‘sosyalist demokrasi’) bu kadar geniş bir yelpazede tanımlanmaya kalkışılması ve örneğin marksizm ve ideoloji ya da marksizm ve sanat, marksizm ve politika, marksizm ve parti vb türden bir başlık oluşturmak yerine her şey olduğunun, her şeyin yeni türden ve yeni bir bakış açısıyla kavrandığının söylenmesinden başka bir şey ifade etmez. Arkadaşların dili varmayabilir ama söylenmelidir ki bu artık marksizmin yeni türden bir kavranışı dışında bir şey değildir. ‘Sosyalist demokrasi’ penceresinden bakmak, marksizmin İkinci Enternasyonalci yorumuna geri dönmek dışında bir şey değildir. Bu konunun eskisinden daha başka bir algı düzeyini ifade ettiğini ve meselelere artık ‘sosyalist demokratik çerçeveden’ baktıklarını söyleyen arkadaşlar acaba aynı temel doğrulara daha derinliğine bakmak imkanına mı kavuşmuşlardır?

Aslında olan marksizm-leninizm denen bütünlüğün parçalanmasıdır.

Ne yardan ne serden vazgeçmeyen arkadaşlarımız sonuçta bu kadar çok ‘sosyalist demokrasi nedir?’ sorusunu sorabilmektedirler. Körün fili tariflemesinden bir adım geri gitmeyip, bütünlüğü kurma çabasından yoksun kalırsanız, Mahir Sayın tabii ki haklı olur. Ağırlığı ağırlıkla tarif ederseniz, aslında bir şey anlatmış olmazsınız. Arkadaşlar da zaten, bu tarif çabası içinde “onun kendinden menkul bir tanımını elde etme çabası bizleri yanılgılara sürüklemekten başka bir işe yaramamaktadır” derlerken çaresizliklerini ifade etmektedirler. Hemen sonrasındaki dipnotta da,

“Bu değerlendirmeyi, Kurtuluş’un bir öbeği, Sosyalist Demokrasi İçin Kurtuluş olarak layıkıyla yerine getirebileceğimiz kuşkuludur. Ancak bu kuşku, bir değerlendirmeden kaçınmanın gerekçesi olamaz. Böyle bir yaklaşım tarih karşısında sorumluluktan sıyrılmaktan başka ne anlama gelir ki?” (Kurtuluş 2001 1. s. 19)

demek yoluyla hali hazırda dört başı mamur bir tanıma ulaşamamış olduklarını itiraf etmiş olmaktadırlar. Dayanışmanın ve rekabetin dünyalarına ait karşılaştırmalar her ne kadar Mahir Sayın’ın aynı sayıda marksist devlet teorisinde ‘sosyalist demokratik çarpıtmalarının’ sergilendiği yazısındaki kavramsallaştırma ile uyumlu olsa da, bu konunun içselleştirilemediğini kabul eden tilmizlerle, konunun uzmanının sosyalist demokrasi meselesinin anlaşılamamış olduğunu itiraf etmesi, ortaya garip bir durum çıkarmaktadır. Neredeyse yirmi yıllık bir konu teoride bir yere oturtulamamışsa ortada gerçekten de bir gariplik olması doğal değil midir? Ve bu durum eğiticilerin eğitilmeleri meselesinin ciddi ele alınmadığını kanıtlamaz mı? Her ne kadar eğitici, sosyalist demokrasi meselesinin yeterince anlaşılamadığını söylese de, biz biliyoruz ki kötü öğrenci yoktur, kötü eğitim ya da eğiticiler vardır. Tabi bir de müfredat! Bunun kanıtı olması açısından ÖDP’li Kurtuluşçuların ikinci bölüğüne bir göz atmakta yarar var. Ama önce başöğretmen Mahir Sayın’ın en yakınlarından olduğu su götürmez olan ve kendisi de bir eğitmen olan Veysi Sarısözen’in söylediklerine bakalım:

“Bu ideoloji (dönekliğin ve devrimci değerlere hıyanetin ideolojisi) en ağır yıkımı Türkiye’nin bütün devrimci potansiyelini birleştirmek gibi artık safça diyebileceğimiz bir niyetle kurduğumuz ÖDP’de yaptı. Yıkım, bizim dışımızdaki devrimci çevrelere burun kıvırmakla başladı...!

Şimdi dönüp geriye baktığımız zaman, boşa yitirilmiş bir beş yılın acısını ta içimizde duyuyoruz...

Yanılgımız bütün bu deneyimlerden bir sentez çıkartma düşüncesi değil... Yarattığımız partinin böyle bir sentez için elverişli bir pota olamayacağını görmemek en büyük hatamız olmuştur. Biz olsa olsa ispirto ocağının ateşine dayanıklı sırçadan ya da camdan bir pota yaptık. İçine koyduğumuz deneyleri eritebilecek yüksek kok fırınına ve o fırına dayanıklı bir çelik potaya ihtiyaç olduğunu anlayamadık...” (Kurtuluş 2001 1. s. 44)

demek yoluyla, ilk atışta on ikiden vurmanın zor olduğunu söyleyen ve bütün bir parti meselesini uzunca bir süredir, kadroların, ‘sosyalist demokrasi’ ateşinde pişirilip, bunun kültürünü aldıktan sonra çelik disiplinli parti olan proletaryanın partisi meselesine el atabilecekleri iddiasını taşıyan (ki sonradan bu iddia da değişmiştir) Mahir Sayın’a katılmış olur. Sayın’a göre ‘sosyalist demokratik kültür’ yerleşmeden proletarya partisi meselesine el atmak, tıpkı çoğunluk olmadan iktidarı almak talihsizliğine uğrayan işçi sınıfının başına gelenler gibi bütün kötülükleri peşi sıra getirecektir. Acaba böyle midir?

Teorik Politik Dergi Kurtuluş’un 11. sayısında Şaban İba “Kriz ve Siyaset Üzerine” başlıklı yazısının bitişinde ‘Yeni Bir Atılım İçin’ ara başlığı altında son 10 yılın çıkarılması gereken derslerini sıralıyor. Bunlar sırasıyla şöyle:

“..a) Kuruçeşme kulvarının sonunun geldiği ve hızla bu kulvardan çıkmamızı, b) beş yıldan fazla bir zamandan beri içinde yer aldığımız ÖDP kulvarından radikal bir kopuşu gerçekleştirmemizi, c) yeni ve devrimci bir kulvar oluşturmamızı gerektirmektedir.

ÖDP kulvarından radikal kopuş ideolojik, politik, örgütsel, etik vb. çok yönlü olmalıdır. Bu kopuşun tarihsel niteliği Türkiye’de daha önce yaşanılan yol ayrımlarından farklı değildir. Dolayısıyla daha fazla sürünmeden, sorunların çözümünü irademiz dışındaki gelişmelere bırakmadan, her adımının bilinçli ve somut hedefleri amaçlayan devrimci bir yönelimi, kararlı bir yürüyüş hattı yaratılmalıdır....

Sosyalist irade daima önünü ve yönünü bilerek yürümelidir. Stratejik hedeflere bağlı olarak sürdürülmesi gereken taktik hedefler bir eylem planı ile belirlenmelidir. Başka bir ifade ile kendilerini konjonktürün ortaya çıkardığı araçlar ile özdeşleştirmeyenler, araç amaç diyalektiğinin bilincinde olanlar, önünü görerek ve yolunu bilerek yürüyenler, bu sürece bilinçli ifadeler katabilme becerisini göstermeli ve sosyalist hareketteki bu yeni ayrışmada sorumluluk üstlenmelidir. Yarın çok geç olabilir ve biz bir kez daha istemeye istemeye‚ ‘geç kaldık’ özeleştirini yapmak zorunda kalabiliriz.”

Şaban İba, Kuruçeşme sürecine ‘sosyalist demokrasi’ tezinin doğal sonucu olarak girildiğini, bu yolla girilen ÖDP sürecinin bu tezin bir laboratuar çalışması olduğunu anlamış olmalı! ÖDP egemen eğilimi kuşkusuz kendi hesaplarını başka türlü yapmıştır. Ve onların ‘sosyalist demokrasi’ gibi bir sınamalarının olacağını düşünmek saçma olur. Ama yazının ilerleyen bölümlerinde Kurtuluş kimliğinde Mahir Sayın’ın böyle bir tecrübeye kalkıştığını göstereceğiz. Zaten ilk atışta on ikiden vurmak lafıyla bizim bir şey göstermemize de gerek kalmıyor. ÖDP sürecinden radikal kopuş ideolojik, politik, örgütsel, etik vb. çok yönlü olmalıdır diyen İba, bu kopuşun Türkiye’de yaşanan daha önceki yol ayrımlarından farklı olmaması gerektiğini de söylüyor.THKP-C ile ‘Yol Ayrımı’nda ayrı düşülen Dev-Yol çizgisinden (ne yazık ki partiden atılarak) bir daha ayrılmak gerektiğine göre, bu tespite hem evet hem de hayır demek gerekecektir. Dev-Yol’la ayrılındığı gibi ayrılınacaksa, bunun gereklerini hiç değilse bu sefer yerine getirmelerini öneririz.

Her ne kadar Şaban İba, 10. sayılarında hazırladıkları 25. yıl dosyasında, Kurtuluş Hareketi’ndeki bölünme ve ayrılmalara dair bir ara başlıkta, ayrılmak/bölünmekle birlikte Kurtuluş çizgisinde kaldığını söylediği Sokak çevresinin zamanla kendini tasfiye ettiğini söylese de, bu çevrenin bugün içinde bulunduğu Kurtuluş Sosyalist Dergi, kendisinin önerisini ciddiye almaktadır.

“Sosyalist irade daima önünü ve yönünü bilerek yürümelidir. Stratejik hedeflere bağlı olarak sürdürülmesi gereken taktik hedefler bir eylem planı ile belirlenmelidir. Başka bir ifade ile kendilerini konjonktürün ortaya çıkardığı araçlar ile özdeşleştirmeyenler, araç amaç diyalektiğinin bilincinde olanlar, önünü görerek ve yolunu bilerek yürüyenler, bu sürece bilinçli ifadeler katabilme becerisini göstermeli ve sosyalist hareketteki bu yeni ayrışmada sorumluluk üstlenmelidir. Yarın çok geç olabilir ve biz bir kez daha istemeye istemeye ‘geç kaldık’ özeleştirini yapmak zorunda kalabiliriz.”

Buradaki davete icabetle, arkadaşların bir kez daha ‘geç kaldık’ özeleştirisini yapmalarını istemediğimiz için ve kendimizi tanımdaki, “kendilerini konjonktürün ortaya çıkardığı araçlar ile özdeşleştirmeyenler” ifadesine uygun bulduğumuzdan, davet edilen sorumluluğa icabet etmeyi uygun görüyoruz.

İba’nın kopmak istediği ve de radikal bir şekilde kopmak istediği bir şey var ki bu kendini ÖDP çizgisi olarak gösteriyor. Bunun ne kadar samimi olduğunu tartışmayacağım. Tartışabileceğimiz ancak tutarlılık olabilir. Çünkü aynı İba, ÖSP yöneticilerine açık mektup yazıp altına imza atanlardan. Ve şöyle diyor:

“Önünüze koyduğunuz örgütsel hedeflere hangi yoldan yürürseniz yürüyün, önerdiğimiz politik bir işbirliğidir. Bu işbirliğinin ÖDP içi sorunlarla ilgili hiç bir önkoşulu yoktur. ÖDP’nin güçlerini savaşa, otoriterleşmeye, emekçilerin savaş ekonomisiyle soyulmasına, Kürtlerin yeni bir saldırıya uğramasına ve yayılmacı, maceracı yönelime karşı birleştirelim...” (Teorik Politik Dergi Kurtuluş 11)

En hafif deyimi ile iki arada bir derede kalmak olarak anlaşılan bu pozisyondan radikal bir kopuş çıkmayacağını ve her iki cenahtan ÖDP’li Kurtuluşçuların altına imza atmak yoluyla ifade ettikleri taleplerin, ifade ediliş biçimi ile de Kuruçeşme sürecinin bir kopyası olduğunu hatırlatmak gerek. Ama İba’ya bir şey daha hatırlatmak gerekli ki, çoğulculuk sözünü çok kullananlardan olması nedeni ile, kopmak istediği ama tanımlayamadığı bu sürecin tanımını, yine bütün bir ÖDP sürecini belirleyen çoğulculuk kavramının ifade ettiği ‘sosyalist demokraside’ aramasında yarar var. Çünkü içine girilen son 12 yıllık sürecin yani İba’nın kopmak istediği sürecin temel belirleyeni, en azından ÖDP’li Kurtuluşçular açısından ‘sosyalist demokrasidir’. Eğer Kurtuluşçular, en hafif deyimle, geçirdikleri on yılı sınıf mücadelesi açısından bir kayıp olarak görüyorlarsa, ki bu yönde ifadeleri aktardık, bu sürecin değerlendirmesini de sağlıklı yapmak gerekmektedir.

Hele ki Şaban İba gibi yıllar önce girilen yoldan şüphelenmekle ve ciddi itiraz yürütmekle birlikte bu yola girmeye ilkesel olarak karşı çıkmamış biri bunu bir kaç kere daha düşünmelidir. Örneğin İba sürecin başında şöyle bir hatırlatma yapmıştı:

“.... Ancak, bu anlayış taraftarlarına hatırlatmak istediğim bir şey var: Bu tür iyi niyetli ve afaki birlik projeleri yıllar önce ve bugünkü döneme benzer bir dönemde, yani 1974-76 yılları arasında savunuldu. Bunun için yoğun çaba sarf edildi. Ama sonunda hüsrana uğranıldı.” (Şaban İba, “Yeni Dönem Yeni Görevler”, Yeni Öncü 17, Ekim 1989, s. 58)

Mahir Sayın’ın bu 12 yıllık süreç için değerlendirmesi ‘sosyalist demokrasi’ açısından bellidir. 10. sayıdaki yazısında Sayın, bu sürecin mutlaka olumlu etkileri olmuş olduğunu ve bunu da ileride göreceğimizi söylüyor. Veysi Sarısözen, “şimdi dönüp geriye baktığımız zaman, boşa yitirilmiş bir beş yılın acısını ta içimizde duyuyoruz.” diyor. Şaban İba, bu süreci 12 yıla ve Kuruçeşme mantığına kadar götürdüğüne göre, ‘sosyalist demokrasi’ meselesini de masaya yatırmayı göze almış olsa gerek!

“Sürece bilinçli ifadeler katmak” açısından İba’nın davetine yanıtı bir süreden beridir sürdürmüş olduğumuz, program ve programın teorik zemininin somutlanması anlamına gelen bir metinle ifade etmiş bulunuyoruz. “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” dediğimiz ve Kurtuluş’un politik çizgisinin somutlanması olarak belirttiğimiz bu metin, Kurtuluşçuların ve tüm komünistlerin, asgari düzeyde ortaklıklarını ifade etmesi itibari ile birlik sorununa somut bir temel oluşturmaktadır. Ve bu metnin tam karşısında ise ne yazık ki Mahir Sayın’ın çağrısı durmaktadır: “Bütün ülkenin devrimcileri ve de Kurtuluşçular, sosyalist demokrasi zemininde birleşin!”

Uzun bir giriş olduğunu biliyorum. Ama yalnızca benim için değil de, 84’ten bu yana ‘sosyalist demokrasi’ tezini anlamaya çalışan bunca Kurtuluşçu için hala muğlak olan bu tez nasıl oluyor da birlik zemini olarak ileri sürülebiliyor.

Bu tezin yeni bir tez olmadığını ve sonuç olarak İkinci Enternasyonal çizgisine çıktığını baştan söyleyerek devam edelim. Bu arada bir çok kez farklı farklı isimler, ‘sosyalist demokrasi deneyi’ olan ÖDP için geçmişteki TİP ve RSDİP örneklerini çekinmeden verebilmişlerdir. Lenin de Menşeviklerle beraber olmamış mıydı? Ve hatta Marx da anarşistlerle!

Bu tez işçi sınıfı iktidarına ve bu merkezli demokrasi anlayışına pek sıcak bakmamaktadır. Ya da daha doğru söylersek zamanla bu merkezli kavrayışlarla ve doğal olarak marksizm-leninizmle arası açılmaktadır. Bu da mantıki tutarlılığı gereği böyledir. Komünistler ve öncelikle Kurtuluşçular bilmelidir ki zamanla bu tez evrimini tamamlamış ve etkilerini ilk olarak demokratik devrim üzerinden iktidar anlayışında, buradan giderek, parti teorisinde göstermiştir. Demokrasi anlayışındaki optik kayma nedeni ile de ulusal mesele ve Kürdistan meselesinde ve en sonunda da doğal olarak devlet teorisinde marksizmle arasında ciddi bir açı oluşmuştur.

Mahir Sayın’ın bütün Kurtuluşçuların yüreklerinde ve zihinlerindeki ayrıcalıklı yerini bilmediğimi düşünmeyin. Ama bu satırlarda yazılanları ciddiye almadığınızda, son on iki yılın iyi bir açıklamasını yapmak zorunda kalırsınız ve belki de bu satırlarda savunulanlar size bunun için gerekli malzemeyi sunabilir. Ama ben şimdiye kadar ÖDP sürecine girmiş Kurtuluşçular içinden yapılmış iyi bir açıklama yakalayabilmiş değilim. Bir tek Mahir Sayın’ın “ilk atışta on ikiden vurmak da her zaman mümkün olmuyor” savunusu dışında.

Öyleyse karşı çıkılamayan Sayın’ın bu tezinin bizi nasıl bir cendereye soktuğunu sergilemek için, biraz geriye gidip, en çok da kendisinin eski yazılarından yararlanacağımı söylemeliyim.

UĞUR MUMCU’NUN MARKSİZME KATKISI VE BİZİM PLEHANOV!

Mahir Sayın’ın bir makalesi var ve bu makale, Yeni Aşama’nın toplatılan sayılarından birinde yayınlandı. Bu sayıdaki yazısının başlığı, “Proletarya İhtilali, Dönek Kautsky ve Kenan Somer”. Makale, Uğur Mumcu’nun köşesinde marksist proletarya diktatörlüğü tezinin reddinin marksizmin reddi olduğunu anımsatmasına karşı Kenan Somer’in itirazına, Mahir Sayın’ın müdahalesiyle ilgili. Sayın, proletarya diktatörlüğü üzerine Kautsky’ci çarpıtmalara, Kenan Somer’in yazdıkları nezdinde karşı çıkar; marksist devlet teorisini ve ‘sınıf mücadelesinin proletarya diktatörlüğüne kadar götürülmesini kabul edenler marksisttirler’ tezini proletarya diktatörlüğünü tip ve biçim ayrımına tabi tutarak çarpıtan ve kendini marksist sayan Kenan Somer’e yanıt verir. Çünkü, Marx, kendinden önce gelenlerden farkını proletarya diktatörlüğünü formüle etmek olarak koymuştur. Sayın’ın keskin kalemi, bu çarpıtmayı yeterince sergiler ve teşhir eder. Ama daha sonra nasıl olmuşsa olmuş Mahir Sayın, Kenan Somer ile birlikte aynı parti içinde yer almayı, kendi ve demokrasi ve sosyalizm anlayışı ile bağdaştırabilmiştir.

Bu makalenin basıldığı dergi (Yeni Aşama) toplatıldığından çok az kişi bu makaleyi okuyabilmiştir. Ve ne yazık ki Sayın bu makaleyi bir daha hiç yayınlamamıştır. Bu görüşleri hala savunduğunu düşünmek isteriz. Buradan da makalenin Kurtuluş Sosyalist Dergi’de yayınlanmasını öneririz. Aynı kulvarda birbirini tamamlayan bir kaç makale daha var. Bunlar örneğin, “Ehli Sosyalizm Atakta”, “Sosyalist Parti Üzerine”, vb.

Kurtuluş hareketinin 80’den sonra başlayan ‘sosyalist demokrasi’ tartışması, Yeni Öncü dergisiyle birlikte, sosyalist solun gündemine oturmuş ve uzun bir süre gündemi belirlemişti. Kuruçeşme sürecinin başlamasına ön gelen bu düşünsel ön hazırlık dönemi, aynı zamanda Kurtuluş hareketinin iç gerilimlerine neden oluyor, uzun süren bir atalet ve politikasızlıkla paralel gidiyordu. İçine girilen bu süreç, politika ve yapı değişikliğine uygun ortamın oluşmasına ve bunun için gerekli zamanın kazanılmasına yarıyordu. İktidar mücadelesi vermek, işçi sınıfının iktidarı için onun komünist partisini yaratmak hedefi unutulup başka bir şeyle değiştiriliyor, demokratik devrim anlayışının savunusu, özü ve içi boşaltılarak, işçi sınıfı iktidarı için uygun koşulların hazırlanması şeklinden, çoğunluk olmadan iktidar olması istenmeyen işçilerin diğer sınıfları da yanına alıp çoğunluğu sağladıktan sonra iktidara yürümesinin tek biçimi olarak mutlaklaştırılıyordu. Bütün bunlar boşlukta değil, ‘sosyalist demokrasi’ savunusu zemininde oluyordu. Parti ve demokratik devrim konusunda başlayan heyelan devam ederek sürdü. Sırada demokrasi yani devlet biçimi olarak demokrasi ve ulusal soruna yaklaşım vardı. Bu konudaki evrim ise şu iki alıntının sırasıyla okunmasından çıkarılabilir:

“Sosyalist demokrasi ile burjuva demokrasisi arasında hiç bir ilişki yoktur, önermesi ile ayakta durabileceklerini sanıyorlar.” (“Sosyalist Demokrasi mi?”)

Bu alıntının peşine, ÖDP içindeki Kurtuluşçuların ayrışması üzerine gönderdiği mektup/makalede ifade ettiği;

“Demokrasi her türlü toplumsal ilişkinin tanımı olarak sosyalizmden başka bir şey değildir. Böyle bakınca burjuva demokrasisi diye adlandırılan işin sosyalist demokrasinin budanmasından geriye kalandan başka bir şey olmadığını anlamak zor olmasa gerek. Bizdeyse burjuva demokrasisi dediğimizden daha ilkel tutumlara rastlamak mümkün olabiliyor.” (Mahir Sayın,13 Şubat 1998)

satırlarını okuduğumuzda ne denmek istendiği daha netleşir: ‘Burjuva demokrasisi ile sosyalist demokrasi arasında nitelik farkı yoktur!’

Yavaş yavaş ve zamanla teorinin rengi değişti, işçi sınıfı merkezi konumdan dışlandı. Bunun sonucunda, proletarya partisini de merkezi konumda tutmanın ‘anlamı’ yoktu. Çünkü başka türden, sınıf dışı politikalar gündeme çoktan girmişti.

Yıllar sonra yeniden sosyalist demokrasi tartışmasına girmek zorundayız. Çünkü, politik olarak ÖDP’nin çıktığı yer İkinci Enternasyonal çizgisiyse ve Kurtuluşçular açısından Kuruçeşme ile girilen yolun, teorik arka planında ‘sosyalist demokrasi’ tezi bulunuyorsa, teorik ve politik olarak çıkılan yerin devrimci ve marksist-leninist olmasını beklemek zorlaşmaktadır. Bu yazıyla biz M. Sayın’ın ÖDP’li Kurtuluşçulara gönderdiği bir mektuptaki önerisine de uymuş oluyoruz. Şöyle diyordu Sayın:

“Tarihen hoşunuza giden epeyce laf etmişliğim vardır. Belli olmaz söylediklerimin arasında yine işinize yarayabilecek bir şeyler çıkabilir. Çıkmasa bile iddialarımı sağlıklı bir biçimde çürütürseniz kendi mantığınızı kuvvetli kılarsanız. Temel mantık hatamı yakalar, bana da doğru yolu gösterme iyiliğini yaparsınız. Ama böyle enti püften noktalardan saldırırsanız pek kazanacağınız bir şey olmaz.” (13 Şubat 1998)

SOSYALİST DEMOKRASİ

“Günümüzde sosyalizm mücadelesinin gelip tıkandığı nokta tam da demokrasi sorunudur.”

M. Sayın ‘sosyalist demokrasi’ tartışmasına bu cümle ile girdi. Kapitalist dünyayı korkulu bir sevinç kapladığını söyleyen Sayın, batılıların sevincinin kaynağını, SSCB’de görüşlerini özgürce söyleyebilmelerinde bulurken korkularını da şuna dayandırıyordu:

“...ya Gorbaçov bu işi başarır alt üst oluşlara olanak tanımadan batılıların elinden en güçlü silahlarını alırsa ne olacaktı?” (“Sosyalist Demokrasi mi?”)

Tabi böyle bir şey olsaydı, ne olduğunu görmüş olurduk. Ama bu söylenenin “nasıl olacağı” daha anlamlı bir soru olarak beliriveriyor. Batılıların elinden alınacak olan nasıl bir şeydi? M. Sayın’ın bir çok yerde belirttiği gibi demokrasinin özü sınıfsaldır. Hangi sınıf için demokrasi sorusunun yanıtı, onun burjuva demokrasisi mi, proleterya demokrasi mi olduğunu bilertir. Daha sonrasında Sayın, sosyalist sistemde de olması gereken demokrasiyi şöyle tanımlıyor:

“demokrasi bir devlet biçimi olduğu kadar bir yaşantı biçimidir de. Toplumsal gelişmenin temel dinamiklerini yığınların yaratıcılığını ve bilimsel gelişmeyi içinde taşır.” (“Gorbaçov Reformları ve Demokrasi”)

Sovyetler Birliğinde politik yaşamın cansızlığı, kitlelerin politik yaşantıya ve kurumlara ilgisizliği, demokrasinin, bir yaşam biçimi olarak demokrasinin, en azından batıdaki kadar sosyalizmde de olması gerektiğini göstermektedir! Politik tahakküm ve taktik ile birlikte bilim ve bilimsellik dumura uğramıştır. Bu yüzden,

“sosyalizmin örgütlenme özgürlüğünden yana olduğunu kavrayabilmek için bilimsel üretimin hangi temelde gerçekleştiğini kavramak gerekir.” (“Sosyalizm Örgütlenme Özgürlüğüne Karşı mı?”)

Eğer başarılı olmak istiyorsa örgütlenme özgürlüğünü tanımak, diğer partilerin varlığını yasal güvenceye oturtmak zorunda olarak değerlendiriyordu Sovyetleri ve Gorbaçov’u. “Kuşkusuz yapılan yanlışların faturasını faizleri ile birlikte ödeyeceğimiz bir vakıa idi.” Ama bütün bu ödemelere karşın, “sovyetler elbette ki yeni bir döneme giriyor ve bu dönem eskisine göre elbette ileri bir dönem olacak” (“Gorbaçov Reformları ve Demokrasi”) diye bir öngörüde bulunabilen Sayın, genelde bunun ön şartı olarak “...sosyalizmin kendi sınırları içinde bir çoğulculuk” (agm) kaydı düşüyordu. Ve iddia ediyordu ki:

“...açıklıktan, yığınların yaratıcı inisiyatifinden, eleştiri özgürlüğünden söz eden, tutarlı olmak istiyorsa, çoğulculuktan da söz etmek zorundadır...” (agm)

Kuşkusuz Gorbaçov’la girilen yolun eskisine göre daha iyi bir yol olacağını söyleyebilmek için, bugünden bakıldığında, geçmişte birikenlerin niteliği ve niye biriktiği konusunda yanlış bir tahlile ve tahlil yöntemine sahip olmak gerekir. Aksi, girilen yolun her şeye rağmen düzeltilebilir olduğunu önsel olarak kabul eder ki –üstelik Gorboçov’un beklemediği engellerle karşılaştığını söylüyor M.Sayın (agm)– bu sahip olduğunuz sosyalizm anlayışının ne kadar ‘sosyalist demokratik’ olduğunu da deşifre eder.

M. Sayın, Gorbaçov’un yaptığı işleri bu çerçevede onaylıyor ve bunları her şeye karşın, “sosyalizmin genel çerçevesine oturmuş” görmüyordu. “Sosyalizmin başlangıç ilkelerine” dönülmeliydi. Bu son söylenen de, “sosyalizmin kendi sınırları” tanımındaki belirsizlik kadar kesin bir belirsizlikti. Daha sonraki makalelerde, M. Sayın bu belirsizliği ortadan kaldırmaya çalışacaktı. Ama daha o günlerde belirginleşen bir gerçek vardı ki o da perestroykanın, yeniden yapılanmanın temelleri piyasanın kurallarına daha bir yaklaştırılıyordu. Sovyetlerin ilk yıllarında ilgi konusu olmuş, Amerikan şirket yönetimi, başka bir kavşakta, yeniden ilgi alanı haline gelmişti ve bu durakta demokrasi ve çoğulculuk kavramları farklı sonuçlar verecekti. Sovyet ekonomisi tam bir kaosa sürükleniyordu. Ve bu sırada:

“..Perestroyka programında piyasanın rolü daha bir önem kazanırken, planlamanın rolü gözden düştü. 1990’da piyasa sosyalizminin özgün perestroyka görüşünden beş yıl sonra, reform yalnızca piyasa yönelimli bir doğrultuya girmiş görünüyor. Bu durumda Gorbaçov, Lenin ve Yeni Ekonomik Politikanın (NEP’in) değil ama bir Piyotr Stolipin ve Batıyı taklit ederek Rusya’yı modernleştirmeye çalışan son çarcı girişimin bir mirasçısı olarak ortaya çıkıyor.” (Gary Fields, “Polonya: Gdansk’tan Piyasaya Dayanışma”, Dünya Solu 8)

Polonya örneğinde M. Sayın’ın sorunu “...o zaman sosyalizm kimin için” (Sosyalist Demokrasi mi?) biçimindeydi ve yanıt şöyleydi:

“Kendisi için sosyalizm diye bir kavram olamaz ve toplumun azınlığını oluşturanlar, çoğunlun rızası olmadan yönetmeye kalkışırlarsa bunu ancak zor yoluyla başarırlar ki bunun ömrü de ebedi değildir. Ne olursa olsun bir toplumsal onay zorunludur.” (agm)

Sayın’ın yazılarında işçi sınıfının demokrasisi olarak sosyalizm bir toplumsal onay kavramını referans alır. Eğer bu toplumsal onay kavramı açılmaz ve kendi başına tek kıstas olarak alınırsa marksizm alanında önemli bir gedik açılmış olabilir. Örneğin, Polonya örneğinde toplumsal onay hiç de işçi sınıfına iktidar yolunu açmamıştı. Başlangıçta Walesa; “... ben bir işçiyim ve işçiler hiçbir zaman kapitalizmi desteklemediler” açıklamasını yapıyordu ve hedefi, “işçiyi işçinin efendisi yapıp ... bütün yönleriyle sosyalizmin kapitalizmden çok daha iyi olacağını ...” [Dünya Solu, s8) göstermekti. Sorunsal M. Sayın’la aynı gibi gözükmektedir. Demokrasi silahını kapitalizmden alıp sosyalizmde ona karşı kullanmak. Üstelik Sayın’ın çoğulculuğunun ve demokrasisinin sınırları, “sosyalizmin kendi sınırları” ya da “başlangıç ilkeleri” ile belirlenir. Ve bunu diğer makalelerinde, özellikle Orhan Dilber’le polemiğinde, “özel mülkiyete karşı olmak” ve bunun savunulacağı platform olarak da “sovyet iktidarı” olarak koymaktadır. Walesa’nın önde gelen danışmanlarından Geremek, “kamu mülkiyeti sorunu kesindir (Polonya’daki) sisteme, sosyalist olduğu için değil, yeterince sosyalist olmadığı için (Dayanışma tarafından) karşı çıkılmaktadır.” (agd) açıklamasıyla M. Sayın’la aynı sorunsalın içinden konuşur. Walesa ve Geremek için tek fark, pratik tarihi bir tecrübenin içinden konuşmalarıdır. Bilinen teşbihle açıklarsak tek fark, onların taşıdıkları küfede, M. Sayın’ın küfesine göre oldukça fazla yumurta bulunmasıdır. Fazla bir zaman geçmeden Walesa, “serbest piyasa sistemine hızlı geçilemediğinden” yakınır oldu. Sayın ise, komünist parti hedefinden giderek uzaklaşarak farklı eylem birliklerinin içinde mümkün olacağı bir partinin bugünkü duruma daha uygun olacağını kabul etmeye başladı.

SOSYALİST DEMOKRASİNİN TANIM ÇERÇEVESİ

‘Sosyalist demokrasi’ için bir tanım çerçevesi kurmak ve bu çerçevenin içinde bir demokrasi üzerinden sosyalizmi tariflemek alışık olunanın tersine bir tarz olarak belirir. Sistemin merkezine bir demokrasi oturtulur:

“Sosyalizm kendi çerçevesini sağlam bir biçimde tanımlayıp tüm toplumun onayladığı temel ilkelere bağlı kalarak, çoğulculuğu seçmediği müddetçe demokratikleşemez, sosyalist insanı yaratma konusunda sağlam adımlar atamaz.” (“Sosyalist Demokrasi mi?”)

Çoğulculuk, demokratik bir sosyalizmin ön kabulü olarak alınıyordu ve bu ön kabul de şöyle tanımlanıyordu:

“Sosyalizmi benimseyen çerçevedeki örgütlenme özgürlüğünün sınırsız olması gerektiğini savunanlara karşı ‘ilkel burjuva demokrasisinden bahsediyorlar. Sosyalist demokrasi ile burjuva demokrasisi arasında hiçbir ilişki yoktur’ önermesiyle ayakta durabileceklerini sanıyorlar...

Ama örgütlenme özgürlüğünü teke indirmiş olan bir yapının nasıl demokrasi olabileceğini ve sınıf muhtevasının bunu nasıl zorunlu kıldığını anlatabilen şimdiye kadar ortaya çıkmamıştır.” (“Sosyalizm Örgütlenme Özgürlüğüne Karşı mı?”)

Şimdi elimizdeki halka “örgütlenme özgürlüğüdür” ve bunu gerekçelendirmek için çok çaba sarf etmeye gerek yoktur. Temel hiç bir metinde, teorinin orijininde tek partililik yoktur. Ve yaşanan pratik bu dogmayı teoriye mal etmiştir. Örneğin bu haklı önermeye Komünist Manifesto’dan destek bulunabilir. Tabii bir kayıt koymak zorunludur. Bu temel metinde diğer işçi sınıfı partileri ile komünistlerin (komünist partinin) ilişkileri açıklanmaktadır. Teoride çok partililiğe referans yapılabilir. Ama diğer partilerin komünistlerle ve onların partisiyle eşitlendiğine bir kanıt bulunamaz. Bizim kaydımız da “sadece” budur. Örgütlenme özgürlüğü halkasına asılınca bir önceki halka, bilim ve bilimsellik halkası olarak belirir:

“Sosyalizmin örgütlenme özgürlüğünden yana olmak zorunda olduğunu kavrayabilmek için bilimsel üretimin hangi temelde gerçekleşeceğini kavramak gerekir. (agm)

“Bilimsel üretimin temelleri nedir?” sorusu “sosyalizmin temelleri nelerdir?” sorusuyla aynı yanıt parantezine alınıyor ve bilimsel sosyalist (ya da marksist, komünist) olmak bu yanıta bağlı kılınıyordu. M. Sayın şöyle soruyordu ve aslında soru yanıtı içinden çıkartıyordu:

“Sosyalistler savunduklarının bilimsel olduğunu, sosyalist ideolojinin bilimselliğini savunurlar. Acaba bu bilimsellik kendinden menkul mudur yoksa onun yönteminin bir sonucu mudur? Bilimsellik bir kere ele geçirildikten sonra kaybedilmeyecek tanrı vergisi bir durum değildir. Ancak aynı yolda devam edildiği müddetçe korunabilir. O halde şu soruyu sormanın yeridir. Sosyalist partinin bilimselliğinin güvencesi nedir?” (agm)

Yazar, soruyu özgür tartışma ortamı, “kısacası proletaryanın partisinin bilimsel çizgisinin korunabilmesi için canlı bir tartışma içerisinde olabilmesi zorunluluktur” diye yanıtlar. “Sosyalist Partinin bilimin kendi tekelinde olmadığını benimsemiş olması demek kendi dışındaki örgütlenmeyi de tanıması demektir”. Eğer tek parti dogmasına saplanılırsa, “bu durum partideki tüm sosyalist ilişkilerin yıkılması anlamına” gelecektir.

Şimdi demokrasi silahını ele geçirebilmek, “burjuva demokrasisinin kuşa çevrilmiş özgürlüklerini” gerçekten uçan bir kuş olarak sağaltabilmek için:

“Açıklığın sağlanabilmesi ve eleştirinin etkin bir silah haline gelebilmesi için de, farklılaşan görüşlerin örgütlü ve dolayısıyla güçlü bir biçimde kendilerini ortaya koyabilmelerinin güvenceleri ortada olmalıdır. ...

... sosyalizmin benimsediği yasallık, kendisini benimseyenlere en geniş örgütlenme özgürlüğünü tanıyan bir çerçevede olmalıdır.” (“Gorbaçov Reformları ve Demokrasi”)

Örgütlenme özgürlüğünü teke indirmiş olan bir yapı M. Sayın’a göre demokrat olamazdı. Yine aynı Sayın’ a göre:

“kuşkusuz çok partililik, demokrasi sorununda bir şekildir. Ama temsili ilişkilerin varolduğu durumda bu zorunlu bir şekildir.” (“Sosyalist Demokrasi mi?”)

Kuşkusuz sınıf muhtevası nereden bakarsanız bakın tek partililiği, zorunlu kılmaz. Tıpkı çok partililiğin zorunlu olamayacağı gibi. Bu ancak öngörülebilecek, olası bir durumdur. Komünistler işçi sınıfının nihai hedefleri açısından tarihsel ve bütünsel bir projenin savunucusudurlar. İşçi sınıfının parçalı yapısı, kapitalizme karşı mücadelesinde aşılması gereken bir veridir. Komünist hedefleri doğrultusunda kendi sınıfının birliğini sağlayamazsa işçi sınıfının mücadelesinde başarılı olması, hele hele topluma öncülük etmesi beklenemez. Bu yüzden demokrasi sorununda komünist partinin tuttuğu yer, sınıfın diğer kesimlerinin üstünde temellenen işçi partilerininki gibi konjonktürsel, geçici değil, sınıfın öncüsü, tarihsel ve bütünsel çıkarlarının savunucusu olarak stratejiktir. Bu hedef doğrultusunda işçi sınıfının birliği sağlandığı, işçi sınıfı topluma öncülük etme yeteneği kazandığı ölçüde, diğer partiler, sınıfsız toplum hedefinin (bilimsel sosyalizmin) kendisinde cisimleştiği komünist parti karşısında anlamsızlaşacak, gericileşecektir. Komünist partinin kendisinin de gereksizleşeceği koşullar en azından bütün bunların sonrasındaki bir zaman dilimine denk gelecektir. Bu vesile ile ilgili olarak, M. Sayın’da çok sık geçen bilim, bilimsellik ve bilimsel sosyalizm kavramlarına da gelmiş bulunuyoruz. “Sosyalistler savunduklarının, sosyalist ideolojinin bilimsel olduğunu savunurlar. Ama bu bilimsellik kendinden menkul müdür?” diye soruyor M. Sayın. Bizce kendinden menkul değildir. Bilimsel ideoloji olarak sosyalizm aslında bir bilim olarak sosyalizm şeklinde tanımlanmaktadır. Marx ve Engels, kendi sosyalizmlerini yaratırlarken kendilerinden önce gelenlere göre sosyalizmi, bir toplum projesi olmaktan, akla uygun bir projenin varolan gerçekliğe dayatılmak yoluyla onu değiştirerek bu projeyi gerçekleştirmek şeklinden çıkarmışlardır.

“Modern sosyalizm” der Engels “gerçekte, bu çatışmanın (üretici güçler ve üretim ilişkilerinin çatışması) düşünce halinde yansımasından; bu çatışmanın önce ondan en çok zarar gören sınıftan, işçi sınıfından olanların zihinlerindeki düşüncel (ideal) yansısından başka bir şey değildir.” (Engels, Anti-Dühring, [İng.] s. 325; [Türkçe] s. 427)

Engels’e göre artık sosyalizmin ödevi;

“...olabildiği kadar yetkin bir toplum sistemi uydurmak değildir; ama bu sınıfların ve onların uzlaşmaz karşıtlığının zorunlu olarak doğduğu tarihsel-ekonomik olayların ardışmasını incelemek ve böylelikle yaratılmış olan ekonomik koşullarda, çatışmaya son vermenin araçlarını keşfetmektir..” (Engels, Anti-Dühring, [İng.] s. 84; [Türkçe] s. 78)

Bu nedenle kendi sosyalizmlerini, yakın zamanların sosyalizmine göre bilimsel yapan şeyin, diğerlerinin bütün karşı çıkışlarına rağmen “kapitalist sömürünün nerede olduğunu ve nasıl belirdiğini açıkça göstermeye o kadar az güç yetirmeleri” olarak koyuyor, bundan öteye sorunu Marx’ın çözdüğünü, bunu da iki büyük buluşla yaptığını belirtiyor. Engels’e göre sosyalizm bu iki buluşla bir bilim olmuştur. “... materyalist tarih anlayışını ve artıkdeğer yoluyla kapitalist üretimin sırrının çözümünü, Marx’a borçluyuz” der Engels.

Bilimsel sosyalizmi (marksizmi) savunan parti komünist parti olma ‘tekel’ini eline alır. Bu gerçek kabul edildiğinde, öznel bir alanda olduğumuz, sübjektif bir yargıya vardığımız belirtilmelidir. Diğer partileri yasaklamak yetkisi hiçbir yasal güç tarafından başka bir partiye verilemez. Kitle desteğinin büyüklüğüne ya da küçüklüğüne bakılmaksızın her parti meşru ve yasaldır. Kitle desteği olmakla birlikte, sosyalizmin sınırlarını geriye doğru zorlamayı tercih eden bir parti, işçi sınıfının bir partisi de olsa, komünistlerce, komünist partice komünizm çizgisinde görülemez. Komünist parti, diğer partilere göre, sovyetik iktidar organlarında hiçbir ayrıma sahip değildir. Ama tüm gücünü aldığı marksizm alanında tektir. Eğer bu alanda başka marksistler varsa sorun öznel ve arızidir ve komünistlerin birliği şeklini alması kaçınılmazdır. İşçi sınıfı ve kitlelerin içinde aynı hedefleri ve yöntemleri paylaşanlar; kafalarından çıkan fikirlere hayatı uydurmaya değil, hayatın gerçekliğine uygun fikirleri savunmayı tercih edecekleri için birlik kaçınılmazlaşır. Aynı nedenle marksizm alanı dışındaki işçi sınıfı partileri ile birlik mümkün olamaz. Ama işçi sınıfının komünist partisi tek olmalıdır. M. Sayın’ın ‘bilimsellik ve bilimsel sosyalizmi’, bütün bunları bilmesine rağmen, nasıl kullanmayı tercih ettiğine bakalım:

“Kapitalizm koşullarında bir işçi partisi rakipleri karşısında, işçileri kazanabilmek için onların çıkarlarını her şeyin üzerine koyar ve yığınlarla bütünleşebilmek için elinden geleni yapar. Ama bu zorunluluktan kurtulmuş bir partinin yığınları kazanabilmek için onların çıkarlarının doğrudan savunucusu olmayı varlık nedeni olarak görmesi zorunluluk olmaktan çıkar.” (Sosyalist Demokrasi mi?)

Sayın, bu pasajda açıkça eşitlenmiş işçi partilerinden ve bunların rekabetinden söz etmektedir. Burada ideoloji alanına ilişkin bir ihlal söz konusudur. Burjuva demokrasisine gerçekten biçimsel olarak benzemekten öte bir anlam vardır bu sözlerde. Daha açık ifadeler de kullanır Sayın:

“Gene bu durumda parti kendini dışarıdan denetleyen ve rekabet eden güçlerin varlığı koşullarında yığınlara karşı olan sorumluluklarını daha sıkı korumak zorundadır.” (Sosyalizm Örgütlenme Özgürlüğüne Karşı mı?)

M. Sayın özelleştirmeyi savunan bir burjuva iktisatçısının yöntemleri dışında yöntemler bulamaz mıydı?

Geldiğimiz nokta, sovyetik kurumlarda rekabet eden işçi sınıfı partilerinden oluşan bir “sosyalist sistemdir”. Bu sistemde bilim ve bilimsellik ile sosyalizmin kuralları neredeyse aynılaştırılarak eşitlenir. Bu noktada Orhan Dilber’in önemli haklılık derecesi içeren eleştirisi ile karşılaşırız:

“Bu bakış açısıyla sosyalist demokraside çok parti zorunluluğunun savunusu, fikirlerin çatışması yoluyla en doğruyu bulma ihtiyacının sonucu olarak değil, ezilen sömürülen yığınların bütünlüğünden ve kolektif iradenin sağlanmasının biricik yolu olduğu için savunulmalıdır.”

Bilimsel sosyalizmi, bilimcilik, bilim felsefesi ve yöntemi ile yer değiştirerek kullanan Sayın bu eleştiriye, “Doğrunun kriteri de –O. Dilber’in gene dili varmayabilir– bilimden başka bir şey değildir” şeklinde bir yanıt verir. Bilim de tek partinin tekelinde olmamalı; çok partinin tez ve politikalarının tartışıldığı/yarıştığı sovyetik organlarda parmak sayısıyla yaşam alanı bulmalıdır. Esas soruyu sorar M. Sayın, kendi yanıtını da verir:

“Yanlışın doğrunun kriteri sizin görüşleriniz mi olacak? Elbette ki her görüş kendininkilerden emindir. Bizim ki doğru ama sizinki de çok doğru diye bir yaklaşım biçimi olamaz.” (Sosyalist Demokrasi Proletarya Devletinin Kendisidir.)

Bu sözlerden de, yanlışın doğrunun kriterinin, “kendi görüşlerimiz” olamayacağı çıkar. Kuşkusuz doğrularımızda “ısrarcı” olmamamızı da öğütlemektedir M. Sayın.

Buraya kadar tanımlamaya çalıştığımız ‘sosyalist demokrasi’ çerçevesini, bilim ortamının yaratılması, fikirlerin örgütlenme özgürlüğünün garanti edilmesi, işçi sınıfı kitlesini sürekli kazanmak için belirli bir yarış içinde partiler vb. faktörler oluşturmaktadır. Oldukça başarılı bir biçimde kavramsal bütünlüğü kurulan bütün bu faktörlerin, bilimsel sosyalizm kavramını sessizce bilim felsefesi ve yöntemiyle değiştirdiği görülür. Bunun politik olarak ilk sonucu, komünist partinin diğer partilerle eşitlenmesidir. Oysa komünist parti olmak için bilimsel sosyalizmi savunmak ve işçi sınıfının ileri kesimlerinin örgütü olmak gibi iki faktör bilinir. Biri nesnel diğeri öznel olan faktörlerden öznel olanı, Sayın’ın sorusuna, doğrunun kriteri nedir sorusuna, bilimsel sosyalizm olarak yanıt vermemize olanak verir. Sayın da bilimden, bilimsel sosyalizmi kastetse gerek! Sosyalist demokrasi yazını bu çerçevede ilerlerken BTDK sürecine katılan Kurtuluş’a müdahale amacıyla, artık iyice bir çorba olan fikirleri ifade etmek üzere, bir makale yazılır. Makalede ‘sosyalist demokrasi’ perspektifi, o ana kadarki ağırlık noktasından çok daha genel ve maddi faktörlere kaydırılmıştır:

“Gerek sosyalizmin ve gerekse sosyalist demokrasinin gerçekleşme imkanları tartışması dil cebri kurarak değil, somut koşulların analizine dayanılarak tartışılmalıdır. Bu imkanlar da devrimin gerçekleştiği ülke/ ülkelerin gelişkinlik düzeyi, pazarın büyüklüğü, dünya pazarına bağımlılığı, proletaryanın ve diğer emekçi sınıfların büyüklüğü, bilinç ve örgütlenme düzeyi ile dünyanın içerisinde bulunduğu somut koşullara bağlıdır.” (“Tartışmalar ve Perspektiflerimiz”)

Bütün bu tartışmalar, neredeyse kurulan “dil cebirleri” sonunda bir ürün vermiştir. ‘Sosyalist demokrasi’ için elde bir tanım vardır. Daha doğrusu çerçeve vardır ve içinin nasıl doldurulacağı, tablonun renkleri, en nihayetinde “dünyanın içerisinde bulunduğu somut koşullara” bağlanmıştır. Belki de bu yerinde müdahale, yıkılan kalelerin öneminin geçici bir fark edilişi olsa gerek. Demokrasi, sosyalist demokrasi meselesindeki optik kaymayı düzeltmeyi deneyen bu tanım çerçevesi ne yazık ki bir daha kullanılmadan sessizliğe terk edildi.

YANLIŞ ÖN KABULLER

Bilimsel sosyalizm kavramı ile bilim yöntemi ve felsefesi yer değiştirilerek işçi sınıfı partilerinin bilimsel sosyalist (marksist) parti ile eşitlenmesi, konjonktürsel olabilecek olan işçi sınıfının çok partili örgütlülüğünü genel teori düzeyine yükselterek bir yanlış yapmıştır. Bilimsel sosyalizm çok olamaz; tektir. Her ne kadar ‘tekel’i anımsatsa da, marksizmin değişik partilerce savunulması durumu aşılması gereken, komünistlerin birliğine yönelik arızi bir durumdur. Bu yanlışın üzerinden biçimsel olarak burjuva demokrasisine yaklaşılması esas sorunu teşkil etmemektedir. Esas sorun, “doğrunun kriteri bilimdir” yargısının, bilimsel sosyalizmin yerine geçirilmesindedir. Kuşkusuz marksizm bir kez ele geçirildiğinde kaybedilmeyecek bir konum, tanrı vergisi bir bağışıklık değildir. Ve bir partinin etiketi ile tescil edilerek ebediyete kadar muhafaza edilemez. Bilimsel sosyalizmin güvencesi komünistlerdir ve bu da ideoloji alanında kazanılır. Partileri eşitleyerek değil.

“... Sonunda kendi öz toplumsal örgüt biçiminin efendisi olan insan aynı zamanda doğanın egemeni ve kendisinin efendisi olur – özgür olur.

Bu evrensel kurtuluş eylemini yerine getirmek, modern proletaryanın tarihsel misyonudur. Bu eylemin tarihsel koşullarını ve böylelikle doğasını derinliğine anlamak, şimdi baskı altında bulunan proleter sınıfa, yerine getirmeye çağrıldığı önemli eylemin koşulları ve anlamı üzerine eksiksiz bilgi vermek, proleter hareketin teorik ifadesinin, bilimsel sosyalizmin görevidir.” (Engels, Anti-Dühring, [İng.] s. 346; [Türkçe] s. 450)

Engels’in özlü anlatımının ifade ettiği şey, bilimsel sosyalistlerin diğer sosyalist ya da işçi sınıfı partilerinden ne yönlerden ayrıldığıdır. Komünistler işçi sınıfının tarihsel ve bütünsel çıkarlarını savunmak noktasında diğer sosyalistlerden ayrılırlar. Bu yetileri de savundukları sosyalizmin bilimsel temellere dayanmasındandır. Tarihsel materyalist olmalarındandır.

DEVLET TEORİSİ

Bu tartışmanın yaşamsallığı, yaşanan sosyalizm deneylerinin pratik çıkmazları ve bu çıkmazlara girilirken teoriye aksettirilen kırılmalar üzerinden algılanmıştı. İkinci Enternasyonalin ekonomist marksizminin Üçüncü Enternasyonali ve Sovyet Devrimini çevreleyip esir alması tespitinden hareketle, bir ekonomizm eleştirisi eksenine yerleşmişti. Teoride kırılmaların ve çarpıtmaların resmiyet düzeyine katılmış olanlarını ayıklamak ve yetmiş yıllık pratiğin sunduğu imkanları değerlendirmek gibi devrimci hedefleri vardı ve sorunun temelini,

“iç savaşın doğurduğu özel konjonktürde yapılması zorunlu kılınan işlerin, teori düzeyine yükseltilmesinde yatmaktadır. İç savaşın yarattığı durum, Bolşevik partisinin bütün çabalarına rağmen, diğer tüm partilerin karşı devrimle birleşmesidir.” (“Bir kez Daha Sosyalist Demokrasi Üzerine”)

şeklinde saptıyordu.

Bu saptama, yaşananın tersini teori ve mutlak olan durumuna yükselterek, çok partililik, çoğulculuk ve bünyesinde farklı eylem birlikteliklerine olanak veren parti anlayışı düzeyine yükseldi. Teorideki bu çözülmenin devlet teorisi düzeyine sirayet etmemesi pek mümkün olamazdı ve biz bunu M. Sayın’ın Kurtuluş 2001 adlı dergideki “Devlet Üzerine” adlı yazısında görebiliyoruz.

Kurtuluş hareketinin birikmiş yazınını anımsayanlar, en özgün ve gelişkin tezlerinden birinin devlet üzerine olduğunu ve sol literatürde önemlice bir hacim işgal ettiğini bilirler. Bunların birçoğunun Mahir Sayın’ın kaleminden çıktığı da bilinir.

M. Sayın’ın, T. Hobbes ve J. J. Rousseau’nun toplum sözleşmesini anımsatan, geniş kitlelerin devleti onaylarken ikna olmalarını ve ona meşruluğunu sağlayan, tarihten bugüne ileri süregeldiği argümanları aynı mantık dizgesi ile sıraladıktan sonra, konuyu şöyle bağladığını görüyoruz.

“Rekabet devleti, devlet rekabeti ölümsüzlük iksiri verir gibi ha bire emzirir durur.” (Kurtuluş 2001 1)

Öyleyse M. Sayın’a göre rekabetin karşısına dayanışmayı çıkarmak gerekmektedir:

“Rekabet dünyasının dışında bir de dayanışma dünyasının olabileceği elbette ki, insanlık düşüncesinde insanlığın kendisi kadar eskidir.” (Kurtuluş 2001 1)

Oysa ki, rekabet ve dayanışma, aynı madalyonun iki yüzüdür. Topluluklar, sınıflar, ister ezen isterse ezilen taraf olsunlar, dayanışma eylemine rekabet ortamında ihtiyaç duyarlar, hem de rekabetin amacı neyse o yönde duyarlar bu ihtiyacı. Sayın’ın söylediği gibi “rekabet dünyasının dışında” tanımlanabilecek bir dayanışma ve bu yoldan varılabilecek bir özgürlük yoktur. Rekabet dayanışmayı doğurur.

Bu yazının devlet üzerine ayrıntılı bir döküm yapmayacağını ama, demokrasi ve devlet ilişkisinde, sınıfları, tarihsel materyalizmi hiç kullanmadan, merkez güç devlet/yerel güçler ve çevre ikiliği ile demokrasiyi temellendirmeye kalktığını belirtelim. Bunu yapabilmek içinse, tarihsel olguları marksist tarih anlayışının dışında ele almak gerekir. M. Sayın bunu bir kaç kez yapıyor. İşte bunlardan biri:

“Çinliler barutu bin sene önce bulup eğlence için fişek atarken, Avrupa’da feodal şatoların zapt edilmezliğine son verecek toplar gelişiyordu. Şehirlerden esen değişim rüzgarları gittikçe tüm insanları sarmaktaydı. Hepsinden önemlisi birey olma ve birey olarak içinde yer alacağı siyasal ya da başka türden kurumlarla sözleşme yapma geleneği yaygınlaşmaya başladı. İşte bu demokrasinin de kurumlaşmaya başlaması demekti. Geleceğin siyasal rejimleri de bu gelenekleri yok edemedikten sonra bunları içererek kurulmak ve varlıklarını bunlarla birlikte sürdürmek zorundaydılar. Egemenliğin varlığı sadece zora dayanmayacak ve rızayı da içerecekse, başka türlüsü mümkün değildi istikrarlı bir yönetim için. Özgürlüğün tadını alanları denetleyebilmek onların özgürlüklerini bir biçimde tanımakla mümkündü.” (Kurtuluş 2001 1, s. 50)

Bu söylemin İsveç Sosyal Demokrat İşçi Partisinin (İSDİP) 1990 yılında kabul ettiği parti programıyla aynı olduğu dikkatlerden kaçmayacaktır:

“Toplumun alt kesimlerinin toplumsal gelişmeyi etkilemeleri olanağı doğunca, birçok önemli konuda bu kesimlerin çıkarlarına uygun yasalar çıkarıldı. Eşitlik ve güvenlik alanında önemli ilerlemeler sağlandı. Yurttaşların büyük çoğunluğu çok daha geniş özgürlüğe kavuştu. Üretimin ürünlerinin giderek artan bir bölümü, kapitalizmin bölüşüm mekanizması dışına çıkarılarak, dayanışma ilkesi uyarınca halkın ihtiyaçlarına göre dağıtıldı. Yurttaşlık haklarının gücü zamanla paranın yerini aldı.”

Yine M. Sayın’a göre:

“Demokrasi bir yönetim ilişkisi, iktidar oluşturma biçimidir. Bireyin kendi hakkında verilecek kararda oy kullanma hakkıdır.” (Kurtuluş 2001 1, s. 52)

Aynı demokrasi mantığı sözünü ettiğimiz İSDİP Programında da karşımıza çıkar:

“Ne var ki, genel oy hakkının ve siyasi demokrasinin kabulü bu koşulları değiştirdi. Siyasi iktidar üretim araçlarının mülkiyetine değil yurttaşlığa bağlı hale geldi. Böylelikle siyasi iktidarın halkın büyük çoğunluğu çıkarına kullanılması; sosyal gelişme ve değişmeye yönelik halk taleplerinin gerçekleştirilmesi mümkün oldu...”

M. Sayın’a göre “... Batı Avrupa insanı birey haline gelip, siyasal erki belirleme konusunda haklar elde etme peşinde” koşuyordu. Sözü edilen programa göre de bu haklar, “ayrıcalıkların hüküm sürdüğü eski topluma karşı verilen mücadele sonucu kazanılmış haklardır”

ÖDP içindeki Kurtuluşçuların ayrışmasına müdahale amacıyla yazdığı makalelerden birinde M. Sayın, demokrasi ve sosyalizm anlayışının nerelere vardığını şöyle sergiliyor:

“Demokrasi her türlü toplumsal ilişkinin tanımı olarak sosyalizmden başka bir şey değildir. Böyle bakınca burjuva demokrasisi diye adlandırılan işin sosyalist demokrasinin budanmasından geriye kalandan başka bir şey olmadığını anlamak zor olmasa gerek. Bizdeyse burjuva demokrasisi dediğimizden daha ilkel tutumlara rastlamak mümkün olabiliyor.” (M. Sayın, ÖDP Kurtuluş platformuna gönderilen mektup, 1998)

Esas olarak demokrasi meselesinin sınıfsal olarak ve marksist temellerde ele alınmasının somutlanması olarak Temel İlkeler’deki şu pasajla bölümü bitirmek doğru olacaktır.

“Demokrasi, eşitlik, özgürlük, haklar, kapitalizmle, kapitalist üretim ilişkileriyle, –sermayenin güvenlik içinde dolaşım, ticaret özgürlüğü, aynı zamanda da işgücünün toprağa bağımlılıktan, loncalardan, kastlardan özgürlüğü biçiminde– sermaye ve işgücünün alım satım özgürlüğüyle bağlantılı olmakla birlikte, genel olarak demokrasi, demokratik mücadeleler, işçi sınıfının da çıkarınadır. Demokrasi, demokratik kazanımlar, bir yandan, kapitalizmin serbestçe gelişmesinin önündeki engellerin kaldırılması olarak, kapitalizmin ve dolayısıyla işçi sınıfının maddi gelişmesi, güçlenmesi doğrultusundadır; diğer yandan da, manevra, mücadele, kendini birleştirme, eğitme olanakları olarak işçi sınıfının bilinçlenmesi, örgütlenmesi, manevi gelişmesi, güçlenmesi doğrultusundadır.

Öte yandan demokrasi, tüm yurttaşların eşitliğinin, özgürlüğünün, yönetme hakkının biçimsel olarak tanındığı bir devlet biçimi olarak, –her devlet gibi– egemen sınıfın (bu durumda burjuvazinin) egemenliğini sürdürme aracıdır; üstelik sınıfsal egemenliğini biçimsel demokrasi örtüsüyle gizlediğinden, burjuvazinin egemenliğinin en emin biçimidir; dolayısıyla gerçekte, egemen sınıf burjuvazi için eşitlik, özgürlük, yönetme hakkı, demokrasidir. ...” (Temel İlkeler, 2.1)

DOĞU TOPLUMU MESELESİ

Yeni kurulan Sovyet devletinin üç önemli eksi ile işe başladığını söyleyen M. Sayın, ilk ikisini (cılız proletarya, iç savaş) saydıktan sonra üçüncü olarak iç savaşla birlikte doğu toplumu olma halinin esas olarak daha öldürücü olduğunu söylüyor. Biz olsak her koşulda işçi sınıfının cılız olmasını birinci eksi yapardık. Ama bu doğu toplumu olma meselesinin, esas olarak demokrasiyi merkez güç/yerel güçler ekseninde ele almak için kullanıldığı apaçık ortada. Buna karşın Rusya kökenli Türk milliyetçilerinden Ahmet Ağaoğlu’nun 31 Ocak 1924’te Hakimiyeti Milliye’deki makalesinde, Lenin’in ölümü üzerine yaptığı yorumunu ilginç olabileceği gerekçesiyle aktaralım. Soylu sınıftan çıkan düşünürlerin bu işe (devrime) ön ayak olduklarını, Lenin’in de bu sınıftan olduğunu söyledikten sonra:

“Fakat iş işten geçmişti. ... Köylüler ve amele bu ülkücü ve liberal soylulara da inanmıyorlar: Onlar doğrudan doğruya hükümeti, idareyi elde etmek emelindeydiler!

İşte tam o zaman Lenin bu arzu ve emelin temsilcisi olarak beliriyor! ... Özet olarak denilebilir ki, Lenin bizzat Çarlık usulünün ürünü olduğu gibi, Lenin’in çıkardığı inkılabın ortaya koyduğu manzaralar da aynı usulün icabatındandır! Lenin’in tarihi büyüklüğü milletin ve milli tarihin genel eğilim ve yönünü keşfederek şahsında temsil etmesinden ibarettir! Öteden beri Rus halkçılarını ilhamlandıran bir belirleyici vardır: ‘Zebilyabi ve vuliya’, yani toprak ve hürriyet! Lenin, komünizm nazariyesi ile bu şiarı gerçekleştirmeye muvaffak oldu. Bütün aşırılıklar ve geri kalışlar, Lenin’in arzularına rağmen ortaya çıkmıştır. Bir kere inkılap vadisine girildikten sonra, içi hiddet ve garezlerle dolu halkın bu gibi gösterilerine tahammül zorluğu hasıl olur. Fakat zaman ilerledikçe bu davranışlar kendi kendine yok olur ve inkılap doğal mecrasına girer” (aktaran Popüler Tarih 9, Şubat 2001)

Lenin sonrası gelişmeler için de şöyle söyler Ağaoğlu:

“Önce Lenin’in Çarlık usulüne indirmiş olduğu darbe o kadar derin ve esaslıdır ki, bu usulün bir daha geri dönüş olasılığı kalmamıştır! İkinci olarak, Lenin –Rusya’ya yerleştirmiş olduğu usul ile– bütün Avrupa ve Amerika sosyal yapısını da esasında sarsıntıya uğrattı ve bu yapının dahi tehlikeye açık olduğu fikrini maddeten bütün insanlığa telkin eyledi” (agd)

İŞÇİ SINIFI DEMOKRASİSİ OLARAK SOSYALİZM

Reel sosyalizm pratiklerinin yenilgiye uğraması, öncesinde başlamış olan tartışmaların artarak sürmesine neden oldu. Herkes yanlışın nerede yapıldığını ve neden yenilgiyle sonuçlandığını ortaya çıkarmaya çalıştı. Bu durum genel olarak halen sürmektedir. Ayrıca bu konu üzerinde fikir üreten her kesim kendi sosyalizm anlayışının ürettiği perspektifle tarihe ve yaşananlara baktığı için, kendi öznel teorisinin doğrulanmasını, yaşanan deneyimde bulabildi. Ya da tersinden söylersek yaşanan pratik deneyimler öznel teorilerin doğrulanması sığlığı ile ele alındı. Bu durumun başlı başına, tarihi bir yaz boz tahtasına indirgemek olduğu ise unutuldu. Yaşanan deneyim, artık kendi zenginliği ile birlikte teori ile karşılıklı etkileşimini oluşturacak ve deneyimler, orijinden ne kadar sapıldığının yanında, ana kaynağa katkıları ile birlikte, teorideki yerini alacaklardır. Kuşkusuz bu vargıya ulaşmak, orijindeki teorinin genel doğruluğuna dair bir fikir birliğini gerekli kılar.

Orijinde, yani sosyalizm kavrayışımızın temelinde marksizm bulunmaktadır. Bunca deneyimden doğrulanarak çıkan ve kendisinden ne kadar sapıldığının yanında, deneyimle zenginleştirilmesi gereken ise marksizmin kendisidir.

Marksizm, teori alanı içerisinde, işçi sınıfının bilimidir. Onun demokrasisini tarihsel ve sınıfsal bağlamı içinde pratik olarak inşa ve sonra da ilga etmeyi hedefler. Marksizm adına yaşanan sosyalizm deneylerini analiz edenler esas olarak yanlışı “demokrasi” sorunu olarak tespit etmişlerdir. Sorun böyle konulunca sosyalizm kavrayışı da genel bir demokrasi meselesi olarak belirmiştir. Kabalaştırarak ve bütün tarihsel ayrıntılardan arındırarak söylemek gerekirse, “demokrasiyi gerçekleştiremediği için sosyalizm çökmüştür” yargısı genel kabul görmüştür.

Kapitalistlerin demokrasisi yani burjuva demokrasisi, biçimsel olarak azınlık – çoğunluk ilişkileri temeline dayanır. İronik olarak da sayıca bir avuç diye tanımlanan burjuvalar, karar oluşum ve yürürlük aşamasında geri kalan çoğunluğun üzerinden kendi sınıfsal çıkarlarını geliştiren uygulamaları egemen kılarlar. Çünkü sınıfsal düşünüş ya da demokrasinin sınıfsal karakteri bir seri dolayım ile birlikte gizlenmekte ve genel çıkar, toplumsal çıkar gibi kavramlar ekseninde süreç işletilmektedir. Literatürde söylendiği üzere ‘maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak, toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini koşullandırır.’ Kapitalistlerin ideolojik hegemonya araçlarının maddi temelini ise bu önermede aramak gerekir. Burjuva demokrasisinin bir azınlık çoğunluk ilişkisi şeklinde karşımıza çıkması, kapitalistlerin, maddi hayatın üretim tarzının egemenleri/belirleyenleri olmalarından kaynaklanır. Özünde ise burjuva demokrasisi, özel mülkiyet sisteminin üzerinde yükselen kapitalist üretim tarzının, tanımı daha daraltarak söylersek, artıkdeğer üretiminin belirlediği çerçeve içinde bir özgürlük demektir. Kapitalizmin tarihi içinde oluşan toplumsal ilişkiler artıkdeğer üretimi ve sömürü ilişkilerinin belirlediği bir çerçevede gelişmiştir. Ve toplumsal özgürlükler bu eksenden kaynaklanan dolayımlarla belirlenirler. Kapitalist ilişkilerin yeniden üretimine karşı her gelişme özgürlüklerin (hem bireysel hem de toplumsal) sınırını oluşturur.

Burjuvazinin iktidara yürürken müttefik olarak işçi sınıfı ve köylülüğün kendi yanına kazanılması sürecinde ileri sürdüğü formülasyonlarda takılıp kalan burjuva demokrasisi kavrayışı ortaya ciddi bir problem çıkartmaktadır. Kapitalizmin egemen olduğu her yerde bir şekliyle burjuva demokrasisi vardır. Bir siyasal rejimin ne kadar demokratik ve ne kadar özgürlükçü olduğu sınıfsal dengelere, sınıf mücadelesinin seyrine göre belirlenir. Bu noktada Marx’ın uyarısı önemlidir. Fransa’da Sınıf Savaşımları adlı çalışmasında, “Burjuva cumhuriyetin gerçek doğum yeri Şubat zaferi değil, Haziran yenilgisidir” der Marx. Burada vurgulanmak istenen açıktır. Burjuva demokrasisinin sınırı, kapitalist üretim ilişkileridir ve bunu tehdit eden her gelişme burjuva demokrasisi ile çelişmektedir. İşçiler ve köylüler devrimin devamını istediklerinde, kapitalistlerin iktidarını tehdit etmişler ve çatışma kaçınılmaz olmuş, oluk oluk kan akmıştır. Tarihsel olarak burjuva demokrasisinin sınırını belirleyen de bu renk olmuştur.

Azınlık – çoğunluk ilişkileri şeklinde belirlenen demokrasi kavrayışı, marksizmin demokrasi kavrayışı ile uyuşmamaktadır. Burjuva azınlığın iktidarına karşı başka bir üretim tarzı ve başka bir toplumsal ilişkiler sistemi hedefleyen işçi sınıfı, iktidarını azınlığa rağmen de kuracaktır. Kuşkusuz işçi sınıfı iktidarı çoğunluğun iktidarı olacaktır. Tarihsel olarak devrim sürecinin nasıl gelişeceği çok genel anlamıyla öngörülebilse de sürecin nasıl şekilleneceği bugünden bilinemez.

Tıpkı burjuva demokrasisi gibi işçi sınıfı demokrasisi de biçimsel olarak azınlık – çoğunluk ilişkisi şeklinde gerçekleşebilir. Burjuva demokrasisi de bir çok noktada parmakların kalkıp inmesi anlamında sosyalist demokrasiden biçimsel olarak farklı değildir. Birincisinden faklı olarak işçi sınıfı demokrasisi, mülkiyetin kolektif karakteri nedeniyle dolayımları temizleyerek doğrudan demokrasiye yaklaşacaktır. Kolektif mülkiyetin ve üretimin toplumsal ihtiyaçlara göre gerçekleşmesinin bir sonucu olarak çoğunluğun özgürlüğü ve katılımı işçi sınıfının savunduğu demokrasinin, burjuva demokrasisinden farkını oluşturacaktır.

Kapitalist ilişkilerin yeniden üretimince belirlenen burjuva demokrasisinden farklı olarak, komünizmin maddi alt yapısının oluşturulması ekseninde belirlenen sosyalist demokrasinin karşılığı bu yüzden sınıfsaldır. Her ikisinde de biçimleniş çoğu durumda azınlık – çoğunluk ilişkileri şeklinde belirlense de ‘maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak, toplumsal, siyasal ve entelektüel yaşam sürecini koşullandırır’ önermesi her birinde farklı sonuçlar verir.

İşçi sınıfı kolektif üretimin olabilecek tek örgütleyicisidir. Kapitalist üretim tarzının bağrında, nesnel olarak kolektif bir şekilde yer tutan işçi sınıfı, bu üretim tarzının karakterinden dolayı parçalı bir karaktere sahiptir.

“Devlet özel bir güç örgütlenmesidir: belirli bir sınıfı bastırmak için bir şiddet örgütü. Peki, proletarya hangi sınıfı bastırmak zorundadır? Doğal olarak yalnızca sömürücüler sınıfını, yani burjuvaziyi. Emekçilerin yalnızca sömürücülerin direnişini bastırmak için devlete ihtiyaçları vardır ve yalnızca proletarya bu bastırma işini yönetebilir, gerçekleştirebilir. Çünkü, proletarya, tutarlı olarak devrimci tek sınıf, iktidardan tamamen uzaklaştırmak için burjuvaziye karşı mücadelede bütün emekçileri ve sömürülenleri birleştirebilecek tek sınıftır.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 25, s. 407-8; Devlet ve İhtilal, s. 33)

Sınıfın birliği sorunu, ekseni çevresinde oluşturulacak toplumsal ilişkiler yelpazesi (çoğunluk) nedeni ile stratejik bir meseledir. Nesnel olarak varolan çelişkinin (emek – sermaye çelişkisinin), ideolojik ve politik olarak kurulması gereken sınıfın birliği ekseni üzerinden aşılması, işçi sınıfının toplumsal öncülük misyonu ile ilişkilidir. İdeolojik ve politik düzeyde kurulacak sınıf bilinci, işçi sınıfının eyleminin birliğine ve buradan giderek, burjuvazi ile çıkarları farklılaşan sınıf ve tabakalara öncülük noktasına ulaştığında, işçi sınıfı demokrasisinin tanımını yapmak mümkün olabilecektir. Bu demokrasi çoğunluğun demokrasisidir ve motor gücü işçi sınıfıdır. Kolektif üretimin ekseninde oluşan toplumsal ilişkiler çerçevesince belirlenir ve sınırı buradan geçer. Özel mülkiyetin kaldırılması ile tanımlanır.

1- Üretimdeki konumu nedeni ile işçi sınıfının kapitalizme müdahale etme ve kapitalizmi engelleme; kolektif üretici olması nedeni ile de örgütlenme ve yeni bir toplumu kurma gücü vardır: İşçi sınıfının parçalı yapısından ötürü birliğinin olmadığı ve bu yüzden topluma öncülük edemeyeceği tezleri, kapitalist üretimin yapısını baştan yanlış tanımlamaktadır. Kapitalist üretimin yapısı işçi sınıfını zaten farklılıklara ve ayrımlara tabi kılmış ve parçalı bir yapıda oluşturmuştur. Sanki başlangıçta böyle bir birlik varmış ve sonradan bu durum ortadan kalkmış gibi düşünmek yanlıştır. İşçi sınıfın birliği, bir proje ve program ekseninde sınıf bilincinin oluşturulması ve bunun gündelik ve giderek tarihi eylemine yansıması olarak düşünülmelidir.

2- Kapitalist sömürünün özgüllüğü nedeniyle, işçi sınıfının bir sınıf olarak kendini ortadan kaldırmak dışında bir kurtuluşu mümkün değildir: Bu nedenle işçi sınıfının dışında bir özne aramak, tarihin devindirici gücünü başka zeminlere kaydırmak marksizm dışı alanlara çıkmaktır. Bu noktada işçi sınıfı tanımlarının çeşitliliği üzerinden farklı toplumsallıklara ulaşmak ve farklı sosyalizm kavrayışlarını savunmak aynı marksizm anlayışının savunuluyor sanıldığı noktada da mümkün olabilmektedir.

Mülkiyetten dışlanmışlık ve yaşayabilmek için emek gücünden başka satabilecek bir şeyi olmamak noktasında yapılan işçi tanımı, doğrudan bu tanım üzerinden yürünmek yoluyla bir işçi sınıfı tanımına ulaşmaz. İşçi tanımı, işçi sınıfının tanımlanması için bir zemin oluşturmaktadır sadece. Nesnel olarak işçi sınıfının varoluş tarzı, ona biçilen tarihsel rolü karşısında işlevsizdir. Bilinç düzeyinde kurulmuş işçi sınıfı, ideolojik ve politik düzeyde birliğin sağlanmasının sonucu olacağı için, tarihsel rolünü gerçekleştirme yetisine sahiptir. Sınıf bilinci, nesnel bir çıkara dayalı olduğu için tarihsel gereklilik üzerine oluşturulacak bir şeydir.

Sosyalist demokrasiyi daha net bir şekilde tanımlamak gerekirse: Merkezinde işçi sınıfının örgütlediği kolektif üretimin bulunduğu toplumsal ilişkiler alanında gerçekleşen sınıf iktidarıdır. Bu tanımı ile sosyalist demokrasi çoğunluğun yönetimi değildir. Bu görüntü biçime ilişkindir. Ama bu görüntüden kalkarak özü bozmak marksizm dışı bir düşünüşün temellerini verecektir.

Sosyalizmin tanımlanması bir çok noktadan kalkarak yapılabilir. İdeolojik, politik, toplumsal alanlar ve bu alanlara ilişkin kurumlaşmalar; bu kurumlaşmaların kendi aralarında oluşturdukları ilişkiler demeti önemli ayrıntıları oluştururlar. Bu ayrıntıların hepsi yaşamsaldır. Ama çelişkiyi, sistemin doğasından kaynaklanan ve nesnel temellere denk düşen çelişkileri değil de, farklılıkları esas aldığımızda, toplumsal/devrimci öznelere değil, bir çok özneye, kendi alanında bile iktidarsız olan ve hedefleri sistemin iyileştirilmesi olarak belirlenen, bunu da kendi aralarında kurdukları bir matris üzerinden gerçekleştirecekleri varsayılan bir siyaset teorisine ulaşırız. Bu politik özneler, nesnel zeminlerde değil, ideolojik ve politik düzeylerde oluşturulurlar. Dolayısıyla bu öznelerin hiç biri bütünlüklü bir iktidarı hedeflemezler ve devrim onlar için gerekli değildir.

Bu konuda işçi sınıfının örgütlülüğü onun tarihsel misyonunu yerine getirebilecek düzeyde olmalıdır.

“...yani köylülük ve küçük-burjuvazi devrimin ileri doğru yürüyüşü ile, proleterleri öncüleri olarak tanıyıp onlara katılmak zorunda bırakılmadıkça, Fransız işçileri bir tek ileri adım atamazlar ve bir rejimin bir kılına bile dokunamazlardı. İşçiler bu zaferi ancak korkunç Haziran yenilgisi ile satın alabilirlerdi.”

Bu yorum küçük-burjuvazi ve köylülük üzerinde bir baskıyı akla getirmemelidir. Zorunda bırakılmak kavramı o tarih için ne ifade ediyorsa öyle kavranmalıdır. Örneğin aynı konuda Lenin, Devlet ve İhtilal kitabında şöyle der:

“Burjuva egemenliğinin devrilmesi, ancak, ekonomik varlık koşulları onu bu göreve hazırlayan ve ona bunu gerçekleştirme olanağını ve gücünü sağlayan özel sınıf, proletarya tarafından yerine getirilebilir. Burjuvazi, köylülük ve bütün küçük-burjuva grupları bölüp dağıtırken, proletaryayı kaynaştırır, birleştirir ve örgütler. Yalnızca proletarya –büyük üretimde oynadığı ekonomik rol sayesinde– burjuvazinin çoğunlukla proleterlerden daha az değil daha çok sömürdüğü, baskı altında tuttuğu ve ezdiği ama kurtuluşları için bağımsız bir mücadele sürdürme yeteneğinde olmayan bütün çalışan ve sömürülenlerin önderi olma yeteneğindedir.

... Burjuvazinin devrilmesi, ancak, proletaryanın, burjuvazinin kaçınılmaz ve umutsuz direnişini ezmeye ve bütün emekçi ve sömürülenleri yeni ekonomik sistem için örgütlemeye yetenekli egemen sınıf haline gelmesiyle elde edilebilir.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 25, s. 408-9; Devlet ve İhtilal, s. 37 )

Proletaryanın bir sınıf olarak topluma öncülük etmesi, sonuna kadar devrimci tek sınıfın kendisi olma gerçekliğini yaşamda görünür bir gerçeklik kılmasıyla mümkündür. Yoksa kimse bu bilimsel gerçekliğin kendiliğinden hüküm süreceğini ve köylülüğün ve küçük-burjuvazinin bu bilimsel doğruyu baş tacı edeceğini beklememelidir.

Proleter olmayan emekçi yığınlar, burjuvazinin elinden hızla koparılıp alınacak ve bu sayede proleter iktidarın güvencelerinden birini oluşturacaklardır.

“Ama eğer Bolşevikler proleter olmayan emekçi yığınların çoğunluğunu kendi yanlarına kazanmamış, onları Sosyalist-Devrimcilerden ve öteki küçük-burjuva partilerden koparıp almamış olsalardı, bu koşullar ancak çok kısa ömürlü ve kararsız bir zafer sağlayabilirdi.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, s. 232)

derken, Lenin, iktidarı ele geçirmenin (yani ‘zafer’in) işçi sınıfının görevi olduğunu ve işçi sınıfının kendi öz eyleminin buna yetkili ve yeterli olduğunu belirtmiş olur. Aynı zamanda proletarya demokrasisinin ise, emekçi yığınların çoğunluğunu kazanmak zorunda olduğunu ve bunun için en önemli aracın ise ‘proleter devlet’ olduğunu; İkinci Enternasyonalcilerin anlayamadıklarını söylediği bu gerçeği, şöyle yazar:

“bu sınıfın, proletaryanın ellerinde devlet iktidarı, proleter olmayan emekçi yığınlarının, proletaryanın yanına kazanılması için bir araç, bu yığınların burjuvaziden ve küçük-burjuva partilerinden koparılıp alınması için bir araç haline gelebilir ve gelmek zorundadır.” (age., s. 234)

Devrim ve demokrasi kavramları, sınıf iktidarı ve sınıf mücadelelerine bağlı kavramlardır. Sınıf mücadelesinin özel bir anına ilişkin devrim kavramını, genel olarak demokrasi kavramının uzun erimli mantığına sığdırmaya çalışmak, devrimin görevleri ve devrim anında daha da netleşen sınıf inisiyatifini sulandırmak anlamına gelir.

Devrim yapmak için sınıfın, nüfusun çoğunluğunun onayını aramak gibi bir zorunluluğu yoktur. Zorunluluk, devrimin zaferi için, kurulan sınıf diktatörlülüğünün hızla emekçi çoğunluğu yanına kazanmasındadır.

İşçi sınıfının kendi talepleri ve siyasal programı ile burjuvazi karşısında yeterli güç ve örgütlülüğe ulaşılamaması durumunda emekçi sınıflarla gireceği ittifak, devrimin proleter karakterini engelleyecektir. Bu noktada soru, kapitalist toplum içinde işçi sınıfının devrimci örgütünün mücadelesinin niteliğinin ne olduğudur. Bu mücadele emekçi kesimlerde sistemden bir kopuşu sağlamamışsa, işçi sınıfının temsilcileri, yeterli kararlılıkta mücadeleleri ile, emekçi çoğunluk üzerinde ideolojik hegemonya kuramamış ve bu nedenle burjuva ideolojisi toplum üzerinde etkinliğini sürdürüyorsa, sınıfın mücadelesi, genel olarak demokrasi mücadelesine, yani burjuva demokrasisinin tesisi gibi bir soruna içerilmeye başlanacaktır. İşte bu aşamada, ittifak içinde baştan kurulamamış olan ideolojik ve politik önderlik, çok daha güç koşullarda, müttefik olanlara yönelik kurulmaya çalışılacaktır. Ki bu durum için zaman ilerledikçe şartlar olumsuzlaşır.

DEVRİM VE DEMOKRATİK DEVRİM

Kurtuluş Hareketi ‘sosyalist demokrasi’ perspektifi ile esas olarak, reformcu ve sivil toplumcu bir hatta girmiştir. Bu tartışma biriktirdiği külliyat bir yana bazı açmazlara sahiptir. Tartışmanın kaynağında “reel sosyalizmlerin” saplandığı bürokratizm batağının eleştirisi ve sistemin yığınlardan neden tecrit olduğu gibi bir kaygı vardır.

Çoğunluk iktidarı olması gereken sosyalizm çoğunluk hilafına bürokrasi tarafından yürütülmeye çalışılmıştır. Özünde, didaktik bir tarih eleştirisinden başlayan bu tartışma, sorunu NEP dönemine kadar indirmiş ve aslında azınlık olduğu kabul edilen işçi sınıfının, daha NEP’in hedeflerine ulaşılmadan köylülükle ittifakın erkenden bitirilmesinden ötürü, sınıf iktidarına çoğunluğu kazanmasının imkansızlaştığı gerçeğine ulaşmıştır. Bir kez çoğunluk desteği yitirildiğinde yönetmek için baskı ve otoriter mekanizmalar kaçınılmaz olmuş, sınıfa ve çoğunluğa yabancılaşan devlet iktidarı gittikçe sosyalizm anlayışından uzaklaşmıştır.

Rusya üzerinden geliştirilen bu akıl yürütme, başka bir düzeyde, felsefe düzeyinde de geliştirilmeye çalışılmıştır. Gerçeğin algılanmasına yönelik farklı düzeylerin olabileceği ve bu düzeylerin her birinin bir doğruya tekabül ettiği keşfedilmiştir. Bu keşif yapılırken devrimci mücadelenin geçmişinden feyiz alınmıştır. Kendi aralarında çatışan devrimci grupların, birbirlerini ikna yolu yerine çatışmayı ve şiddeti seçmelerinin nedeni olarak, başkasının doğrularının yadsınması anlamına geldiği iddia edilen “felsefi dogmatizm” eleştirisi geliştirilmiş, çözüm olarak, herkesin doğrusunun eşitlendiği ve bunlar arasında hangisinin doğru olduğuna kimin karar vereceğine karar verilemediği bir demokratizm yolu tutturulmuştur.

Oysa ki doğrular ideolojiktir ve her ideolojinin bir sınıfsal temeli vardır. Kendisine devrimciyim diyen her grubun işçi sınıfını temsil etmediği ve bu anlamda her grubun doğrusunun başka başka sınıfların dünyayı kavrayışları ölçüsünde siyasal taleplere büründüğünü anlamak, işçi sınıfının bilimsel ideolojisinin, tek olan marksizm-leninizm olduğunu kavramak için uzun zaman geçmesi gerekmiştir.

“Zira burjuva demokrat talepler kendilerini her zaman düzeni aşamayacak bir çerçeve içerisinde sınırlamayı kendi tanımlarının gereği sayarlar. Böyle olmadığı taktirde bu taleplerinin sınıfsallığı ortadan kalkmış olur. Ama hiçbir zaman da talepler sınıfsallıklarından kurtarılamazlar ve bir sınıfa ait olmayan bir talep bir başka sınıfa ya da gruba ait olmak zorunda kalır; ortada bir saçmalık abidesi yoksa” (M. Sayın, “Sosyalist Parti Üzerine”)

87 yılında böyle söylüyordu M. Sayın ama sonra söylemi değişti. Bir kere sınıfsal doğrular eşitlendiğinde, işçi sınıfının olası müttefiklerinden hiçbir farkı kalmıyor ve proleter demokrasi yerine burjuva demokrasisinin esnek sınırlarına hapis olunuyor. İşçi sınıfı müttefiklerini ikna etmeden iktidara uzanamıyor. Oysa ki kapitalistlerin iktidarında işçi sınıfının olası müttefiklerinin ufku her zaman burjuvazinin ufkudur. Bu kabul, felsefi idealizmin bir türü olan bilinemezciliğin, devrim anlayışını nasıl körelttiğini ve işçi sınıfını nasıl iktidarsız yaptığını açıkça gösterir. Bu sonucun formüle edilmesi için kullanılan araç ise devrim anlayışı olmuştur. Kurtuluş Hareketi başından bu yana resmi olarak demokratik devrimi savunmuştur. Bilindiği üzere demokratik devrim, Kurtuluş Sosyalist Dergi’lerde, burjuva demokratik devrimin tamamlanmamışlığına dayandırılır. Tarihsel orijininde de Marx ve Engels’in sürekli devrim diye isimlendirdiği olgu, burjuvazinin iktidara geldiği ve devrime sırt çevirdiği durumda işçi sınıfının izlemesi gereken yolu gösterir. ‘Sosyalist demokrasi’ tezi sonrası, demokratik devrim anlayışının içi başka türden bir kaygı ile doldurulmaya başlanmıştır. Toprak sorunu, ulusal sorun gibi demokratik devrimin çözmesi gereken konular, sınıfsal temeli muğlaklaştırılmış bir demokrasi kavramının dekorunu oluşturmak için kullanılır olmuşlardır. Kapitalizmin gelişmişliği, işçi sınıfının bir sınıf olarak güç ve örgütlülük düzeyi, demokratik devrimin belirleyenleri olarak alınmamıştır. Bu noktada hiç bir analitik ve istatistik çalışma yapılmadan, bazı varsayımlar üzerinden işçi sınıfının tek başına iktidara gelemeyecek kadar azınlıkta ve güçsüz olduğu ‘saptanmış’ ve iktidar için ittifak yapması zorunlu olunduğundan –ki çoğunluğu sağlamanın yolu ittifak yapmak olarak mutlaklaştırılmıştır– devrimin karakterini ittifak belirlemiştir. Müttefiklerle eşitlenilen ve süreç içinde öncülüğün kazanılacağına inanılan bu teoride, ‘herkesin doğrusu’ bir başkasının yerine ikame edilmeye başlandığından, ‘çoğulculuğun bilimin gereği’ olduğu önermesi, işçi sınıfı demokrasisinin yerine işçi sınıfının kendisini diğer emekçi kesimlerle eşitlediği bir politik sistemi geçirmiştir. Oysa ki devrimin ve sosyalizmin bir tek ve eşit olmayan (hiçbir sınıf ya da kesimle) öznesi vardır. O da işçi sınıfıdır. Tam bu noktaya gelindiğinde işçi sınıfını ve devrimci örgütü silahsız kılmak kaçınılmaz olmuştur. Çünkü sorun kendi doğrularını başkalarınınkiyle eşitleyen bir örgütlenmenin asla işçi sınıfının temsilcisi sıfatını kazanamayacağını bilmektir. Bu teorik kavramlaştırma, uzun bir dönem boyunca, karşı-devrimci dalganın ve devletin baskısının altında, esas olarak yurtdışında yaşayan bir kalem tarafından, M. Sayın tarafından kaleme alınmıştır. İşçi sınıfının bugünkü kapitalist toplumda nasıl bir azınlık olduğunu hiçbir zaman belirtmeden ama bunu veri alarak, bir çoğunluk iktidarı tanımını yine işçi sınıfının üzerinden kurmaya çalışan bu ‘teori’ ister istemez, ‘sosyal demokrat’ bir güzergaha, İkinci Enternasyonal çizgisine düşmüştür. Cehenneme giden yol iyi niyet taşları ile örülüdür. Geçmişte, Kurtuluş Hareketinin resmi kalemlerini ‘iktidarsızlığı baş tacı etmekle’, iktidar anlayışından ve dolayısıyla devrimden vazgeçmekle suçlamıştık. Bugün oluşturucularından olup atıldıkları partiyi ‘sosyal demokratlaşmakla’ suçlayanlar, dönüp kendilerine bakmak zorundadırlar ve belki de bunun için hayli geç kalınmıştır.

Esas olarak bu tartışma, marksizm kavranışına, devrim ve örgüt gibi, kendi iç bütünlüklerinin yanında, birbirlerini belirleyen bu iki kavramın, proleter devlet hedefine göre yorumlanmasına bağlıdır. “Sosyalist demokrasi proletarya diktatörlüğünün kendisidir” belgisi, bu diktatörlüğün tesisi için, işçi sınıfının dışında sınıf ve kesimlerin onayı aranarak meşru görülmüş, “proletarya diktatörlüğünün, sınıf savaşımının başka biçimlerde sürdürülmesi” olduğu gerçeği, soyut bir demokrasi ve eşitlik anlayışına feda edilmiştir. Oysa ki:

“Proletaryanın, hem sömürücülerin direnişini ezmek, hem de nüfusun muazzam yığınına –köylülük, küçük-burjuvazi, yarı proleterlere– sosyalist ekonominin örgütlenmesi işinde önderlik etmek için, merkezi bir güç örgütü, bir şiddet örgütü olan devlet iktidarına ihtiyacı vardır. (Lenin, Toplu Eserler, c. 25, s. 409; Devlet ve İhtilal, s. 37)

derken Lenin, proleter diktatörlüğün, bir devlet olarak kullanılacağı alan olarak, işçi sınıfının iktidarının emekçi çoğunlukça desteklenmesini sağlamak olarak koyuyor. Bu iş için ise onu yetkin gördüğünü, partinin proletarya diktatörlüğü dönemindeki öncülük misyonunu anlatırken söylediklerinden çıkarabiliyoruz.

“... ve proletarya ... kendi devrimci atılımını, tüm gücünü, ancak böyle bir partinin yönetimi altında geliştirebilir, kapitalist toplumun iktisadi yapısı sonucu, toplam nüfus içinde tuttuğu yere oranla son derece daha büyük olan tüm gücünü, ancak böyle bir partinin yönetimi altında gösterebilir ...” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, s. 306)

Lenin’in bu konuda çok daha net anlatımları vardır:

“... küçük-burjuva ya da yarı-küçük-burjuva yığınlarının, işçi sınıfıyla mı yoksa burjuvaziyle mi olmak gibi son derece karmaşık siyasal soruna doğru yanıt verebileceğini düşünmenin yararı yoktur. Emekçi halkın proleter olmayan kesimlerinin yalpalaması kaçınılmazdır ve burjuvazinin önderliğinin proletaryanın önderliğiyle karşılaştırılmasını olanaklı kılacak kendi pratik deneyimleri de kaçınılmazdır.” (age. s. 245)

dedikten sonra, çözümün, proletarya diktatörlüğü altında gerçekleşeceğini anlatır. Şöyle ki:

“... İkinci Enternasyonalin bütün temsilcileri ve destekçileri ... proletaryanın kafasını, onun önce siyasal iktidarın proletaryaya devredilmesi için kapitalizm koşullarında halkın çoğunluğunun (yani burjuva parlâmentosunda bir oy çoğunluğunun) iradesinin bir biçimsel ifadesini elde etmek zorunda olduğu ve iktidarın devrinin daha sonra gerçekleşeceği fikriyle doldurarak aslında burjuvazinin yanında yerini almaktadır. ...” (age)

Lenin, “bir azınlığın diktatörlüğünü” engellemek için, “çürümüş sosyalizmin benzer liderlerinin” yükselttikleri bu feryatları, burjuva diktatörlüğü kavrayamamış olmakla tanımlar ve devam eder:

“... önce bırakalım halkın çoğunluğu özel mülkiyetin varolduğu bir sırada, yani sermayenin egemenliğinin ve boyunduruğunun bulunduğu bir sırada, proletaryanın partisinden yana olduklarını göstersinler ve ancak ondan sonra parti iktidarı ele geçirebilir ve geçirmelidir.” (age, s. 246)

diyen burjuvazinin hizmetçilerine;

“Bırakalım devrimci proletarya önce burjuvaziyi alaşağı etsin, sermayenin boyunduruğunu kırsın ve burjuva devlet aygıtını ezip parçalasın, sonra zafere ulaşmış proletarya, proleter olmayan emekçi halkın gereksinimlerini, sömürücüler aleyhine karşılayarak onların çoğunluğunun sempatisini ve desteğini çok çabuk kazanabilecektir.”

yanıtını verir.

Kapitalizm içinde ivedi gereksinimlerinin kapitalistlerin mülksüzleştirilmesi ile gerçekleştirilebileceğinden habersiz, çeşitli proleter, yarı-proleter, yarı-küçük-burjuva tabakalar için ise yine bu sistem içinde kalınarak elde edilebilecek bir şey yoktur ve Lenin bu konuda şunları söyler:

“Emekçi ve sömürülen halkın bu tabakaları proletaryanın öncüsüne müttefikler sağlar ve ona kararlı bir halk çoğunluğu getirir; ama proletarya bu müttefikleri ancak, devlet gücü gibi bir araçla kazanabilir, yani burjuvaziyi alaşağı ettikten ve burjuvazinin devlet aygıtını yıktıktan sonra.

Herhangi bir kapitalist ülkede, proletaryanın gücü toplam nüfusun içerisinde temsil ettiği orana göre çok daha fazladır. Bu, proletaryanın kapitalizmin tüm ekonomik sisteminin merkezine ve sinirine ekonomik olarak egemen olmasından ötürüdür ve gene kapitalizm koşullarında proletaryanın, emekçi halkın ezici çoğunluğunun gerçek çıkarlarını ekonomik ve siyasi olarak ifade etmesinden ötürüdür.

Bu nedenle, proletarya, nüfusun azınlığını oluşturduğu zaman bile (ya da sınıf bilincine ulaşmış proletaryanın gerçek devrimci öncüsünün nüfusun bir azınlığını oluşturduğu zaman) burjuvaziyi alaşağı etmek yeteneğindedir ve bundan sonra bir yarı-proleter ve proleter egemenliği lehinde peşin olarak hiçbir zaman beyanatta bulunmayan bu yönetimin koşullarını ve amaçlarını anlamayan ve ancak daha sonraki deneyimlerle proletarya diktatörlüğünün kaçınılmaz olduğuna, gerekli ve yerinde olduğuna inanacak olan küçük-burjuva yığınından pek çok müttefikleri kendi yanına kazanabilir.” (age., s. 247)

Devrimi, azınlık – çoğunluk teorisine vurarak İkinci Enternasyonal çizgisine düşen Kurtuluş’un resmi kalemleri, bürokratizm ve çoğulculuk paradigmasından çıkıp, sınıf merkezli devrim ve sosyalizm perspektifini benimsemedikçe, Lenin’in onlar için yaptığı tanıma, burjuvazinin yanına düşeceklerdir. Fikir babası oldukları ÖDP’nin gidişatını “sosyal-demokrat yolcu” olarak saptayıp, kendilerini ne kadar kurtarabilirler? Oysa bu gemiye binip dogmatizmden kurtulabileceklerini sanıyorlardı. Eğer Kürt kayasına çarpıp gemi su almasa daha da gideceklerdi ve şimdilik ulusalcılık dolayısıyla devrimci kalma kolaycılığına sığındılar.

Bu nedenle önce, Mahir Sayın, Metin Ayçiçek ve Bülent Uluer üçlüsünün imzası ile çıkan ve Kuruçeşme sürecine müdahale amacıyla yazılan makaledeki

“...Yaşadığımız dünya ve ülkenin değerlendirilmesi gruplara göre değişiklik arz etse de çevrenin (Yeni Öncü çevresi, H. Y.) sahip olduğu genel bir değerlendirme mevcuttur. Yine bu genel değerlendirmeye bağlı olarak belli bir devrim anlayışına ulaşılmıştır. Çokuluslu ve sömürge ilişkilerini bağrında taşıyan bu toplumda, proletaryanın kendi amaçlarını, diğer emekçileri ve ezilen ulus ve milliyetleri gözünde bulundurmaksızın, daha doğrusu onların iktidar konusundaki taleplerini hesaplarının içine dahil etmeksizin iktidar sahibi olması, olanaksız görünmektedir. Olacak olsa bile, bir çoğunluk iktidarı içerisinde demokratik ilişkilerden yana olan proletaryanın kendi azınlık gücüne dayanarak bu hedefe ulaşması olanaklı değildir. Böyle bir girişim, her azınlığın iktidarı elde tutma biçimlerine sürüklenmeyi zorunlu kılar ve yaşanan sosyalizm deneylerinden başka yere çıkmaz. ... Böyle bir çerçeve bizi kendiliğinden demokratik devrim formülasyonuna getirir...” (“Yeni Öncünün Perspektifi Üzerine”, Yeni Öncü 17, s. 17-18)

anlayışı ile, Lenin,’in, Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky adlı kitabından satırları karşılaştırmak ilginç olacaktır:

“Bundan dolayı biraz ciddi ve derin bir devrimde, sorunun yalnızca çoğunluk ile azınlık arasındaki ilişkiye bağlı olduğunu sanmak, olağanüstü bir alıklık göstermek; bayağı bir liberale yaraşır son derece bönce bir önyargı ile yetinmek; yığınları aldatmak, apaçık bir tarihsel gerçeği onlardan saklamak demektir. Her derin devrimde, sömürülenler üzerinde yıllar boyu büyük gerçek üstünlükler sürdüren sömürücülerin uzun, direngen, umutsuz bir direnç gösterdikleri yolundaki gerçeği. Sömürücüler –son, umutsuz bir savaşta, bir savaşlar dizisinde– üstünlüklerinden yararlanmaksızın, sömürülenler çoğunluğunun iradesine, iyilik taslayan alık Kautsky’nin tatlı imgeleme gücü dışında, hiçbir zaman boyun eğmeyeceklerdir.”

Kıssadan hisse, böyle bir çerçeve diye tarif edilen ve bizi kendiliğinden demokratik devrim formülüne getirdiği söylenen şey, İkinci Enternasyonalin oportünist ve reformist çizgisinden başka bir şey değildir ve bunların da her tarihsel olayda sınıf işbirliğine çıktığını bilmemek mümkün değildir. Bu durumda Lenin’in Kautsky’ye söyledikleri bir kez daha düşünülmelidir.

PARTİ TEORİSİ

Şimdi de ‘sosyalist demokrasi’ tartışmasının pratik örgütsel açılımlarının nasıl bir seyir izlediğini, parti pratiği ve teorisi üzerinden sergileyelim.

Kurtuluş Hareketinin daha öncesinde ‘sanayi proletaryasına dayanan’ ve ‘işçi sınıfının öncülerinden’ kurulması planlanan komünist işçi partisini hedeflediği bilinmektedir. ‘Sosyalist demokrasi’ perspektifinin savunusunun, yola çıkarken (ki kendini ‘kazanılacak daha çok muharebe var’ diye ifadelendiriyordu!) devrimci ve sosyalist hareketin geçmişte yanlış temellerde bölündüğü ve en azından bu bölünmenin ‘nasıl bir sosyalizm’ sorusu ekseninde gerçekleşmesi gerektiği savları üzerine kurulduğunu anımsayalım. Bu sözü sarf edenler kuşkusuz gerekeni yapacak kadar da samimiydiler! Kurtuluş bu soruyu ‘sosyalist demokrasi’ başlığı ile dışa açık bir şekilde sormaya başladı. Geçmişteki yanlış temellerden bazıları (!) kendisinin de oluşumunun ve varlığının sebebi olmalıydı. Bu zımnen kabul edildiğine göre, tartışmanın yaratacağı örgütsel gerilimler (en azından birileri tarafından) düşünülmüş ve olası gelişmeler öngörülmüş olmalıydı! Anti-şovenizm-sömürgecilik ve anti-cins-ayrımcılığı ilkelerine atıf yapılarak ve bunların yanına konularak, ‘sosyalist demokrasi’, ‘kazanılacak muharebe’ (!) olarak görülmüştü. Kurtuluşçular tartışmaya başladılar. Daha doğrusu, kendi aralarında daha önce yaptıkları tartışmayı açık alana ve sosyalistler arası alana taşıdılar. Ama bu tartışma ‘yanlış temellerde bölünmüş’ olan sosyalist hareketi birlik eksenli ve amaçlı teorik bir mesaiye de sokmuş oldu. Başka bir yorumla da bu tartışma birlik momentine denk düştü. BTDK, Kurtuluş’un ‘sosyalist demokrasi’ tartışmasının, kendisini diğer gruplara karşı ifadelendirirken kullandığı tezlerin, diğer gruplarla karşılılaştırıldığı ve artık zaten eski örgüt yapısının çekiştirilip durulduğu bir momentin adı oldu. Kurtuluş örgütü, komünist işçi partisi hedefinin ötesinde, parçalanarak ‘sosyalist demokrasiye’ doğru ilerlemeye devam etti. Ve o anda geldiği yer Mahir Sayın’ın makalesinde şöyle tespit edildi:

“Ve ben de inanıyorum ki bugün parti haline gelmenin koşulları düne göre yükselmiştir. Şu anda varolan dağınıklılık bunun görünmesini engelleyebilir ve fiilen gerçekleşmesine olanak vermeyebilir. Ama bugüne kadar geçen zamanın teorik alanda bir birikime yol açmadığı ve Yeni Öncü çevresinin dayandığı belirli temel prensipler ortaya çıkmadığı kolay savunulamaz. Bizde gelişen gruplar gelişimlerinin değişik evrelerinde ortaya programlar koymuşlar ve ulusal çapta birbirleriyle, büyük ölçüde kör dövüşüne benzeyen bir tartışma sürecini yaşamışlardır. Belli eğilimler ortaya çıkmıştır. Devrimcilerin reformistlerle ayrımını koyan sağlam kriterler mevcuttur. Popülistlerle işçi sınıfı devrimcileri arasında ayrım çizgileri oluşmuştur. Enternasyonalizm ve sosyal-şovenizm arasında her alanda ifadesini ortaya koyan bir ayrım vardır. Bunlar unutulmazlar. (“Yaptığımız İşe Dair”)

M. Sayın’ın unutul(a)maz dediği ayrımlar üzerinde, marksist bir partinin temellendirilebileceği, teorik ve politik olarak inşa edilebileceği kesin olarak ileri sürülebilir. İşçi sınıfına dayanan, popülist olmayan, devrimci ve enternasyonalist bir parti peşinde koşulmuyor muydu? Bu yönüyle algılandığında kazanımlar büyük olmalıydı. Ama gözümüzü kamaştıran bu ‘netlikler’in arkasında bazı ‘gerçekler’ kendini gösteriyordu. “Yeni Öncü çevresinin dayandığı belirli temel prensipler ortaya çıkmadığı kolay savunulamaz” diyen M. Sayın, ‘sosyalist demokrasi’ tartışması ekseninde konuşuyordu. Öyle ise eski paradigma içinde dayanılan bazı ‘temel prensipler’ bir yerlere ‘atılmış, terkedilmiş’ olmalıydı. Varolan dağınıklık, bu eski temellerin yerine bir şey koyulamamasının ya da gecikilmesinin sonucu olamaz mıydı? 1990 yılında yayınlanan “Günümüz dünyasında Marksizm” isimli makalesinde, “proletarya diktatörlüğü gerekli midir?” diye soran M. Sayın,

“Avrupa KP’lerinin yanıtı sosyal demokratların 60 yıl önce verdikleri yanıt oldu. Evet atılmalıdır ama atılan Althusser’in dediği köpek yavrusu değil, Marksist teorinin temel taşıydı. Ekonomist kavrayış belli bir tarihsel gecikmeyle kendisini sınıf işbirliği ile taçlandırdı ve günümüzde artık açık ideolojisiyle sosyal demokrat partiler ile yeniden nasıl bir araya gelinebileceği tartışılabilinir konuma ulaştı.”

diye açıklıyordu durumu. Bu açıklama, bugün kurucularından olduğu partinin, ‘sosyal demokratlarla işbirliği’ peşinde olduğu ve M. Sayın tarafından da sosyal demokratlaşmakla suçlandığı düşünülürse, ‘proletarya diktatörlülüğünün’ kavranışına dair bir ‘yanlışlık’ aratmaya götürüyor insanı. Çünkü, “... Kürt halkının sürdürmekte olduğu mücadele TC.’ni sahiden demokrasi sorununun eşiğine getirmiştir...” diyen M. Sayın;

“... Bizim düşündüğümüz gibi bir devrim gerçekleşmedi. Ama o toplumla amaçlananlar toplumda önemli bir yer sahibi oldular. Birikimler bugün en azından batı standartlarını yakalayacak bir demokrasi düzeyini zorlamaktadır. Bu anlamda TC bir eşikte bulunmaktadır. Bir çeşit pasif devrim sürüyor....” (“Cumhuriyet ile Röportaj”)

saptamasını yapmaktadır. Birikimler batı standartlarına yaklaştığından olsa gerek parti teorisinde kendi ile ve geçmiş hedeflerle dikine çelişen, ‘konjonktürel’ bir tezi savunmaya başlar. Biraz sonra M. Sayın’dan yapacağımız alıntı ancak demokrasi eşiğinde bulunan TC’yi itelemek ya da ‘sürmekte olan pasif devrimin’ imkanlarına kavuşmak kaygısıyla davranıldığı şeklinde yorumlanabilir. Ortada ne sosyalist ne de devrimci bir parti görülmediğine göre, “sosyal demokrat partilerle yeniden nasıl bir araya gelinebileceği tartışılabilir konuma ulaşmış” olmasın?

Şimdi sıkıcı olmakla beraber uzun alıntılarla teorinin evrimini incelemeliyiz. 87 yılında sol parti tartışmalarına müdahale eden Sayın,

“Sol parti önerisini gündeme getirenler bizim ortaya koyduğumuz bu çerçevenin üstünden kolaylıkla atlayabilmektedirler. Onlara göre değişik programlara sahip olanlar, yasal bir parti içerisinde ikinci bir program etrafında bir araya gelebilirler. Bu parti bir çeşit cephe partisi olur. Bu da ilk anda birçoklarının kulağına hoş gelebilecek bir teklif olabilir. Zira bunca örgütsüzlük içerisinde bir yerlerde bir araya gelme olanağının bulunması ve sosyalizmin sorunlarının tartışılması çekici görünebilir. Ne var ki bu durum sorunların birbirine daha fazla karışmasından başka bir şeye yol açmayacaktır. Diyoruz ki, bugün sorun proletarya partisinin kurulması sorunudur ve bu sorunun üstünden atlanarak onun yerine bir başka şeyin ikame edilmesinin olanağı yoktur. ... Herhangi bir parti olacak olduktan sonra da elbette ki program, partinin ilkeleri gibi sorunları tartışmaya gerek yoktur. Ama deniyorsa ki, ilkeler ve program önemlidir, o zaman hangi zemindeki ilkeler diye sormak bizim de hakkımızdır. Bizim için tek bir zemin vardır: Bilimsel sosyalizm. Tartışmamız bu zeminde cereyan edebilir. Bilimsel sosyalizm temeline dayanmayan hiçbir program sosyalistlerin etrafında birleşecekleri ekseni oluşturamaz. Böyle olabildiği takdirde, kendi sağındaki partiler içerisinde örgütlenmek her zaman mümkün olan bir durum olur. ... İzin verilemeyecek olan temel nokta sosyalistlerin siyasal olarak asla kendi sağlarında bir örgütlenmeye dahil olmalarıdır. (Mahir Sayın, “Sosyalist Parti Üzerine”, Sosyalist Solun Birlik Serüveninden Bir Kesit)

Bu kadar net olan ve açıklamaya çalışılması ortalama okuyucunun zekasına hakaret sayılacak son cümleden sonra, şu soru sorulabilir ancak: Kurtuluş’un politik çizgisi ÖDP’den daha mı sağdaydı yoksa daha bir sosyalist değil miydi? Proletarya partisinin üstünden atlamak başka nasıl olur? Bunun bir yerlerde okumadığımız herhangi bir açıklaması var mıdır? Öyle ya yoksa M. Sayın, Cumhuriyet gazetesi için yapılan ama yayınlanmayan röportajında savunduğu parti teorisindeki bu kadar geriliği nasıl açıklayabilir? “Ben de inanıyorum ki bugün parti haline gelmenin koşulları düne göre yükselmiştir.” dedikten beş yıl sonra 1992’de şöyle söylemektedir M. Sayın;

“Bütün engellere karşın devrimci bir programla böyle bir partinin kurulmasını gereklilik olarak görmeme rağmen sosyalistlerin önemli bir kesiminin arasında günümüz Türkiyesinin taleplerine yanıt verebilecek ve sosyalist demokratik zemini benimseyecek ortak bir devrimci programın gerçekleştirilmesini henüz olanaklı görmüyorum. Sosyalizm konusundaki düşünceler henüz bürokratik ve anti demokratik çerçeveden yeteri kadar uzaklaşmamış, başka bir deyişle sosyalist demokratik çerçeveye oturmuş değil. Bu nedenle demokrasi ve devrimci bir toplumsal dönüşümü amaçladığını ifade eden asgari zeminlerde oluşacak ve bünyesinde farklı eylem birliklerine olanak tanıyacak türden bir yasal partinin kurulmasına girişmek gerekir düşüncesindeyim. Böyle bir partinin içerisinde, sosyalist demokratik bir program (abç) benimsetme ve sisteme dayatma mücadelesi sürdürülebilir. Bu parti, sosyalistlerin birleşmesi ve sosyalist demokratik bir program oluşturup hayata geçirilebileceği, Kürt ve Türk halkının mücadele birliğinin bir aracı olacağı konularında umut verdiği ölçüde, yığınların desteğini kuşkusuz alacak ve iktidarın öyle kolayca itip kakamayacağı bir kurum olacaktır.”

“Günümüz Türkiyesinin taleplerine yanıt verebilecek......ortak bir devrimci programın gerçekleştirilmesini” henüz olanaklı görmeyen M. Sayın, bunun nedeni olarak başat olan ‘bürokratik anti demokratik çerçeveden yeterince uzaklaşılamaması’nı gösteriyordu. Yani ‘sosyalist demokratik çerçeve yeterince gelişmemişti’ ve bu devrimci partinin önünde engel gözüküyordu. Bu söylemde yeni olan vurguların üzerinde durulmadı. İşçi sınıfının ihtiyaçları yerine günümüz Türkiyesinin ihtiyaçları ikame edilmişti. Bu söylem kayması için teorinin değil günlük yaşamın dilinin kullanıldığını düşünenler yanılıyorlardı, çünkü, peşi sıra,ismi anılmasa da yeni bir program tanımı ile tanışmış oluyordu marksist literatür. Sosyalist demokratik ol(a)mayan program! Bu program kuşkusuz devrimci değil, başka türden bir program olacaktı; çünkü varlık nedeni devrimci bir programın mümkün olmamasından kaynaklanıyordu. Buradan da öğreniyoruz ki bu programın özelliği bünyesinde farklı eylem birliklerine izin vermesiydi.

“Proletarya partisinin kurulması sorunu sosyalizm tartışmasıyla başlar demiştik. Bu tartışma bizi doğrudan doğruya program sorununa getirir. Bir diğer anlamıyla parti kurmak için tartışma başlatmak demek program tartışmak demektir. Önce parti kurmak için anlaşıp sonra program yapmaya kalkışmak tam tamına arabayı atın önüne koşmak demektir. Sosyalistler eğer proletarya partisi sorunuyla ilgileniyorlarsa, program sorununu tartışmalılar, bu konuda anlaşma sağladıkları takdirde de bu programın nasıl hayata geçirileceğini tartışmaya başlamalıdırlar. ... Sosyalizm konusundaki gerçek görüşler, açık bir biçimde ortaya konulmadan yapılacak olan her parti kurma girişimi, ‘enayi avlamak’tan başka bir anlama gelmeyecektir. Kuşkusuz güzel bir şeydi bütün sosyalistlerin tek bir yapı içerisinde bir araya gelebilmiş olmaları. Ama bu durum, sosyalist düşüncelerin de en ilkel biçimine tekabül etmekteydi. Ortada bilimsel sosyalizm yok, bir görüşler çorbası vardı. ... Taban tabana zıt akımların aynı örgüt içerisinde bir araya gelmesini düşünebilmek nasıl olup da olanaklı görülebiliyor?...” ( “Sosyalist Parti Üzerine”)

Mahir Sayın kendi sorduğu soruyu unutup taban tabana zıt akımlardan bir parti kurmaya karar verince bunu aklına getirip nasıl düşünebilmişse bilinmez, partiye bazı görevler de vermekten kaçınmaz. Parti, demokrasi ve devrimci dönüşümleri hedeflemelidir. En ufak bir demokratik kazanımın bile devrimci mücadelelerin, sınıf savaşımının yan ürünleri olduğunu kuşkusuz unutamayacak olan M. Sayın, bu savaşım ve mücadelenin işçi sınıfının partisinin öncülüğünde kurumsallaşıp süreklileşmedikçe sağlam kazanımlar arasında sayılamayacağını bilmeliydi. Bilmesi gereken bir şey de “bünyesinde farklı eylem birliklerine olanak tanıyacak yasal partinin” bir devrimci ya da toplumsal dönüşümü sağlayamayacak olduğuydu. İşçi sınıfının devrimci ve öncü partisinden (ki bu modern sanayi proletaryasına dayanacaktı) yola çıkan Kurtuluş, M. Sayın’ın çizdiği ‘sosyalist demokrasi’ güzergahından ilerlemiş, “bünyesinde farklı eylem birliklerine olanak tanıyacak” bir partiye ulaşmış oldu. Felsefi olarak düşüncenin varlığa öncelliği idealist kavrayışını çağrıştıran bu mantık yürütmede rahatsız edici bir nokta şudur. İşçi sınıfının gelişmişliği, kapitalizm tahlili ve gerekli diğer noktalar hesap edilmemektedir. M. Sayın’a göre sosyalistler yeterince demokratik olamadığı için işçi sınıfı da şimdilik gevşek partilerle ve gevşek programlarla idare etmelidir! Şartlar oluşmadığı için işçi sınıfına öncülük yapamayan Sayın’a o günlerde, şu soruyu soran da çıkmamıştır: Devrimcilerin reformistlerle, popülistlerin işçi sınıfı devrimcileri ile, enternasyonalistlerin sosyal şovenlerle her alanda ifadesini ortaya koyan ayrım nasıl olmuş da kendini ortaya koymuştur? Bu gelişmelerin tarafları yok mudur? Ve bu kadar gelişme olurken, bu gelişmelerin takipçileri bir zahmet daha gösterip neden sosyalist demokratik de olamamışlardır? Aslında bu sorunun yanıtını M. Sayın kendisi 1987 yılında vermişti. Konu, Mehmet Ali Aybar ve Doğu Perinçek olunca parti teorisi üzerine ders vermek, marksist-leninist parti teorisini savunmak kolaycacık başarılıyordu ama, ‘bir türlü kopulamayan Cephe geleneğinden’ insanlar ve kadrolar söz konusu olunca, marksist teori de leninist parti de bir süre için unutulabilecekler arasına girivermişti. Çünkü aynı yazıda ipuçlarını bulduğumuz gibi esas olarak kimin uzlaşmaz ayrı akımlar olduğu konusunda bir netlik yoktu. Aynı tartışma içinde;

“Demokratlık yaygın kavranışı içerisinde burjuva demokratlık olarak algılanmaktadır. Burjuva demokrasisinin gereklerini savunan kişilere verilen ad olmaktadır. Kuşkusuz böyle insanlar Türkiye’de oldukça az miktarda bulunduğundan dolayı da oldukça kıymetli bir duruma yükselmekteler, neredeyse tutarlı demokratlar rahatlıkla sosyalist gibi algılanabilmektedirler. Ama ne kadar tutarlı olurlarsa olsunlar sonuçta sınıf karakterleri burjuva olarak nitelenecekse, sosyalistleri böyle bir zemine ve örgütlenme içerisine çağırma hakkı kimsede olmamalıdır....” (M. Sayın, agm)

Yıllardır tutarlı demokrat bile olamayan Dev-Yol geleneğini sosyalist görüp, parti düzeyinde uzlaşılabilecekler arasında sayan zihniyetin sosyalizm anlayışının da ne kadar sağlıklı olabileceğini varın siz düşünün. Mahir Sayın zaten yıllar önce aklına Dev-Yol’u getirmeden de olsa doğru şeyler söylüyordu.

“Kısacası sosyalistlerin sürdürecekleri demokratik propaganda çerçevesi de sosyalizm ve devrim sorunundan ayrı bir biçimde ele alınamaz ve böyle ele alındığı takdirde de sosyalist parti hangi nedenlerle kurulamıyor ise, aynı nedenlerle ‘demokratik bir parti’de kurulamaz...” (m .Sayın, agm)

Bu doğru saptamalar nasıl olup da unutuldu. Nasıl olup da devrimci demokratlarla aynı partide buluşmak sevdasına kapıldı bu arkadaşlar ve ÖDP gibi burjuva demokrat bir zemin –o da tartışmalı– parti birliği için zemin olabildi? Oysa ki parti konusunda temel görüş ve partinin işlevleri, marksizmin partiye bakışı ve yüklediği işlevler Lenin tarafından şöyle anlatılmaktadır.

“Marksizm, işçi partisini eğiterek, iktidarı almaya ve bütün halkı sosyalizme götürmeye, yeni sistemi yönetip örgütlemeye, burjuvazi olmadan ve burjuvaziye karşı kendi toplumsal hayatlarının örgütlenmesinde bütün emekçi ve sömürülenlerin öğretmeni, rehberi ve önderi olmaya yetenekli proletarya öncüsünü eğitir. Şu an hakim olan oportünizm ise, tersine, işçi partisi üyelerine, yığından kopmuş, kapitalizm altında oldukça iyi ‘geçinen’ ve bir tabak mercimek için doğuştan gelen haklarını satan, yani burjuvaziye karşı halkın devrimci önderleri rollerinden cayan yüksek ücretli işçilerin temsilcileri olmayı öğretir. (Lenin, Toplu Eserler, c. 25, s. 409; Devlet ve İhtilal, s. 34)

Bu yola girildiğinde ‘sivil toplumcu’ bir sistematik düşünülmemişti belki. “Kürt halkının mücadelesinin TC’yi demokrasi sorununun eşiğine getirmesi”, demokrasinin sınıfsal özünün yerine bir an için de olsa ulusallığın geçirilmesi, bu eşikten bir adım atıldığında düğümün çözüleceğini düşündürmüş olmalı ki, “Kürt ve Türk halkının mücadele birliği” hedefi bu mücadelenin nasıl ve niçin yapılacağını öncelemiş oldu.

KERVAN YOLDA DİZİLİR

Türkiye’de sürmekte olan tartışmalardaki pasif devrim sözü, Gramsci’nin ‘pasif devrimi’ ile bir yakınlık oluşturmaktadır. Komünistler demokrasi meselesine sosyalizm üst başlığı/belirleyeni ekseninden bakarlar. Demokrasi meselesinden bakılarak kavranabilecek bir sosyalizm, gündüz gözüyle rüya görmek anlamına gelir. Lenin’in parti anlayışı ve proletarya diktatörlüğüne yaklaşımı, iktidar dolayımı ile hegemonyanın ele geçirilmesi iken, Gamsci’de sorun hegemonya dolayımı ile iktidarın ele geçirilişi şeklinde ele alınır.

Sosyalizm meselesinde parti birliği neden yapılamıyorsa, “aynı nedenle demokratik bir parti de kurulamaz” diyen Mahir Sayın haklıdır. Ama bunları nasıl unutmuş ya da unutmayı tercih etmiştir? Şu anda sosyalist demokratik bir program mümkün değil, öyleyse içinde oyalanıp demokrasi ve reformlar mücadelesi vereceğimiz bir ara dönem partisi neden mümkün olmasın? Bu arada hoşgörü marjları genişlemiş, birbirlerine hitabet sanatında ilerlemiş, yani çoğulcu ve sosyalist demokratik çerçeveyi benimsemeye yatkın kadrolar da hazır birikmişken (ki öyle olacağı umulur) sosyalist demokratik programla bir işçi sınıfı partisi kurma işi gündeme gelebilir belki de.

Mahir Sayın’ın ‘unutul(a)mazlar’ dediği tarihsel ayrımlar 3. Enternasyonal’in varlık nedenleridir. İlk unutulanlar da öyle! Öyleyse Menşeviklerle Bolşeviklerin ve hatta Anarşistlerle Troçkistlerin ve bilcümle zevatın içinde bulunacağı bir ‘av alanı’ şimdiki duruma uymaz mı?

Proletarya partisinin askıya alınması konusunda ciddi bir açıklama ve neden olabilecek bir veri gösterilmediği sürece, ki böyle bir gelişme yoktur, yukarıdaki akıl yürütmeyi yapmak ve mantıki sonuçlarını çıkarmak işi bizim zihnimizde bu yollardan ilerleyebiliyor. Yani;

‘Şu anda demokrasi mücadelesi veren tek faktör Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesidir ve bu mücadeleyi verenler yalnız kalmışlardır. Öyleyse Türkiye’de bu mücadeleye bir müttefik yaratmak gereklidir. Bu müttefik ise bütün ezilenlerin bir araya geldiği bir parti ile gerçekleştirilebilir. Bunu sadece içinde sosyalist ya da komünistlerin yer aldığı bir partiyle gerçekleştirmek mümkün değildir. Bir müddet bu proletarya partisi işini askıya alırsak, Kürt meselesinde devlete geri adım attırıldığı durumda, demokrasi açısından olumlu bir pozisyon oluşabilir ve bu pozisyon üzerinden gelişecek ortamda, daha rahat bir şekilde proletaryanın acil meseleleri (aslında üstünden atlanmazdı ya atladık işte!) tekrar dondurucudan çıkarılabilir.’

En azından parti meselesindeki kırılmanın bu mantık ekseninde gerçekleştiğini biliyoruz. Ulusal sorun ve demokrasi meselesinin, sosyalizmle ilişkili olarak algılanışının tartışılacağı yer bu yazının sınırları dışındadır. Biz niyetlerle çıkılan yerlerin her zaman örtüşmeyeceğinin güzel bir örneği olarak, ne olduğunu kendisinin de bilmediği, sosyalist demokratik program meselesinin, neden leninizmden uzaklaşmak, leninist partiyi terk edip İkinci Enternasyonal ve sosyal demokrasi çizgisine çıktığını gösterip bu konuyu bitirelim.

Ne demişti M. Sayın: “sosyalist demokratik zemini benimseyecek ortak bir devrimci programın gerçekleştirilmesini henüz olanaklı görmüyorum”.

Peki buna alternatif olarak ne önermişti: “demokrasi ve devrimci bir toplumsal dönüşümü amaçladığını ifade eden asgari zeminlerde oluşacak ve bünyesinde farklı eylem birliklerine olanak tanıyacak türden bir yasal partinin kurulmasına girişmek gerekir düşüncesindeyim.”

Önerilen alternatifin işlevi ne olacaktı: “Böyle bir partinin içerisinde, sosyalist demokratik bir program benimsetme ve sisteme dayatma mücadelesi sürdürülebilir. Bu parti sosyalistlerin birleşmesi ve sosyalist demokratik bir program oluşturup hayata geçirilebileceği, Kürt ve Türk halkının mücadele birliğinin bir aracı olacağı konularında umut verdiği ölçüde, yığınların desteğini kuşkusuz alacak ve iktidarın öyle kolayca itip kakamayacağı bir kurum olacaktır.”

İktidarın itip kakmasını bir yana bırakırsak geriye, henüz olanaklı olmayan sosyalistlerin birliğinin zeminini oluşturacak olan sosyalist demokratik program, yani üstünde sosyalistlerin örgütlenip eylem birliği sağlayabilecekleri bir programın mümkün olmadığı saptaması kalır. Bu arada sosyalistlerin hep birlikte olacakları ve bunun için de farklı eylemliliklere ve eylem birlikteliklerine izin verecek bir parti ve programla idare etmek gerekecektir. Ama bu durum geçici olarak görüldüğünden ve belli ki M. Sayın tarafından da hoş karşılanmadığından, “henüz” olanaklı olmayanın unutulmayacağı; uygun şartlar altında, henüz olanaklı olmayanın kendisinin amaçlanacağını söylüyordu. Gerçi devletin öyle kolayca itip kakamadığını bizim Plehanov nasıl elinin tersiyle itebilecek, kazanılan mevzilerden nasıl başını çıkaracaktı bilemiyoruz.

Tabii arızi bir durum oluşup ÖDP kazası gerçekleşince, sosyalist demokratik program denilen şeyin “henüz mümkün olmayan” şey olmak anlamından çıkıp, her an ve her koşulda olması gereken ve ÖDP’de denenmiş olan şey haline dönüştüğünü de öğrenmiş oluyoruz.

Çünkü M. Sayın şu belgi ile sahneye çıkmıştır:

“Bütün ülkenin devrimcileri ve de Kurtuluşçular, sosyalist demokrasi zemininde birleşin!”

Peki şimdi birliğin zemini olarak ileri sürülen ‘sosyalist demokrasi’ nasıl bir şeydir? Yanıtı aşağıdaki alıntıdan çıkarabiliriz.

“... Nasıl bir ülkede çeşitli fikirler olabiliyor ve bunların örgütlenmesi meşru olarak kabul edilebiliyor ise, bir siyasal partide de eğer çeşitli fikirler olacak ise bunların örgütlenmesinin benimsenmesi de meşru olmak zorundadır. Çoğulcu ve dayanışmacı parti bazı zorlamalar karşısında bu işe de bir çare buldu. Eski yapılar tasfiye olmalıydı ama partide fikir platformları olarak var olunabilirdi. Magna Carta’dan 700 yıl kadar sonra epeyce ilerleme doğrusu!” (“Devlet Üzerine”, Kurtuluş 2001 1, s. 54)

Evet Dev-Yol burjuva demokratlıktan sosyal demokrasiye uzanan bir çizgidir. Ama, sosyal demokratların sizden farklı bir programlarının olabileceğini ve bu programın eylem birliğinin zemini olabileceğini hiç kimse söylemediyse siz bunları M. Sayın’ın yazılarından da mı okumadınız? Biz marksizmi ‘bizim Plehanov’dan öğrenmedik mi? Ve Plehanov’un teorik tarihini bilmiyor muyuz?

Yoksa parti anlayışımızdan geriye kalan sadece ve sadece, kervan yolda dizilir mantığı mıdır?

TEZLER VE SONUÇLARI

M. Sayın’ın ‘sosyalist demokrasi’ tartışması bazı kavramları kullanarak bir sistem kurmayı denedi. Kullandığı kavramlar bir sonraki kavrama öncel olan ve sonrasında üstüne inşa edilecek sistemi taşıyacak kadar köklü ve geçişken olmalıydı. Her kavram politikadan ekonomiye sanattan kültüre, ideolojiden bilime farklı düzeylere aitti. Her düzeye ait bir önerme başka bir düzeyde ön kabul olarak alınacaktı. Teorik sistem ‘sosyalist demokrasinin’ çerçevesi, bu yöntemle kurulacaktı. M. Sayın’da doğal olarak, iç içe geçmiş önermeler ve ön kabuller, kendisine yöneltilen eleştiriler karşısında dönüp bütün bu kavramların ifade ettiklerini sistemli ve açıklayıcı kılmaya çalışacaktı. Önce A. Ural ve sonra sırasıyla O. Dilber, E. Kürkçü ve Emeğin Bayrağı dergileri ile yapılan polemikler, M. Sayın’ı kurmaya çalıştığı teorik sistemi daha radikal savunmaya götürdü. Bunun sonucunda ‘sosyalist demokrasi’ tartışması genel olarak demokrasi meselesinin bir parçası olarak ele alındı. Başlangıçta bilim alanından başlayan tartışma giderek sınıfsal temellerini deklare etti ve tali kavramları merkeze doğru itti. Bilim, çoğunluk/çoğulculuk, çok partililik, rekabet, dayanışma, örgütlenme özgürlüğü vb kavramlar kurulan teorik sistemin argümanlarıydı.

Bu kavramlardan kurulan teorik çerçeve, bazı ön kabullerin en azından tartışmalı olmasıyla beraber, giderek yanlış sonuçlara çıkıyordu. Örneğin çoğunluk onayı, sosyalizmin demokrasisinin anahtar kavramı olarak beliriyordu Ama bütün yazılar tarandığında bile, bir işçi sınıfı tanımı bulmak mümkün değildi. Üstelik tanımı yapılmayan bu işçi sınıfının nüfusa göre mutlak bir azınlık olduğu ön kabulü ile bir demokrasi teorisi inşa ediliyordu. Benzer bir sorun ise, bilimsel sosyalizm tanımının optik bir kayma ile kavramsal olarak değiştirilmesinden kaynaklanır. Sosyalizm bilimselliğin gerektirdiği bir ortamda kendi mantığınca yaşanabilir bir sistem olarak tariflenir ve bilimsel üretimin imkanları ile sosyalizmin imkanları neredeyse eşitlenir. Bütün bunların sonucunda ise:

‘Sosyalist demokrasi’ tezi işçi sınıfını mutlak azınlık olarak görüp, azınlığın iktidar olmaması gerektiği dersi ile demokratik devrim formülünü bütün zamanlar için savunulan tek devrim stratejisi düzeyine yükseltmiştir. Bu saptama en önemli etkisini proletarya diktatörlüğünün, işçi sınıfı dışında da ortaklarının olması mantığına varmış ve marksist devlet teorisinin yeni türden bir kavranışına çıkmıştır. Bir sınıf partisinin, işçi sınıfının iktidarını hedefleyen öncü partinin; ideolojik birlik ve eylem birliğiyle tanımlanan bir partinin gerekliliği ise bu noktada tartışmalı hale gelmiş ve esas olarak adı anılmamıştır.

Bugün M. Sayın sözü edilen yazılarındaki parti savunularının üstüne bir çizgi çekerek kesinlikle Üçüncü Enternasyonal çizgisinden vazgeçmiş, kendi deyimi ile ‘Üçüncü Enternasyonal çizgisinin gelip tıkandığı yerde sorunu ihtilalci sosyalizmin alanında çözme’ (bkz. Sosyalizm ve Toplumsal Müc. Ansiklopedisi) iddiasıyla çıktığı yolda, daha önce Avrupa Komünistlerinin uğradığı başarısızlığın bir benzerini yaşamış ve bu başarısızlığa bütün bir Kurtuluş’u ortak etmeye çalışmıştır. Yazı kurulu sorununda Lenin gibi düşünmesine rağmen Menşeviklerden yana tutum alan Plehanov örneğinde olduğu gibi, ortada duran koca külliyata rağmen, üstünden atlanamaz dediği ve tarihsel kazanım saydığı ayrım noktalarını yok saymış, bırakalım Menşevikleri, anarşistleri de dahil etmek yoluyla her türden sosyalizm anlayışının bir arada olabileceği gibi koca bir yanılsamayı paketlemiş ve bu yanılsamanın kendisini, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin fon oluşturduğu bir ortamda geniş bir Kurtuluşçular kitlesine kabul ettirebilmiştir! ‘Sosyalist demokrasi’ tartışması ortaya koyduğu tezler ve sonuçları açısından en büyük etkiyi yine Kurtuluş Hareketi üzerinde yapmıştır. Hareket – Parti diyalektiği ile ulaşmaya çalıştığı komünist işçi partisi hedefi, yasal ve yasadışı yayınlarının sayfalarında tozlanmaya bırakılmıştır. Bir plan ve proje bu hedefin gerçekleşmesinin olanaklarını sağlayabilecekken, programatik metinlere ulaşmak şöyle dursun, olduğu kadarıyla, tezlerin yorumu; politik taktik ve stratejiler açısından nasıl somutlaşacağı, sonu gelmez bir belirsizliğe bırakılmıştır.

Sonuç olarak, Kurtuluş Hareketi’nin politik birliğini korumak ve sürdürmek mümkün olamamıştır. Komünist İşçi Partisi ise Kurtuluş Hareketinin geçmişi anımsanırsa şu anda çok az bir kesimi (esas olarak da Kurtuluş Sosyalist Dergi) tarafından sahiplenilmektidir. Kurtuluş Hareketi’ni ‘sosyalist demokrasi’ tartışmasına sokup buradan devrimcileşmeyi, marksizmi ekonomist yorumundan ‘kurtarmayı’ düşünenler, İkinci Enternasyonal hayaletinin gölgesinde bir partiyi ‘mevzi’ tutmuşlardır. Komünist işçi partisi diye çıkılan yolda bazılarımızın ulaştığı durak ‘Özgürlük ve Dayanışma Partisi’ olabilmiştir. Bu durumun kimi ne kadar tatmin ettiği ve dağılan parti sonrası nasıl dersler çıkarıldığı bilinmez, ama hangi yönden yola çıkılmış olunursa olunsun birbirinden çok farklı gözükenlerin ortak durağı olabilmiş bu partiye, bizim eski yol arkadaşlarımızın ‘sosyalist demokrasi güzergahından’ ulaştıkları kuşku götürmez. Sağcılıkta sınır tanımayan bazı eski Kurtuluşçular, “TKP Üzerine” yazılarının üstüne basarak, eğer yaşasaydı Zeki Erginbay’ın bile özgürlükçü ve dayanışmacı partilerinde olacağını vaaz edebilecek kadar ileri gidebilmişlerdir. Kusura bakılmasın, eğer yaşasaydı Atatürk’ün kendi partilerine üye olacağını söyleyen burjuva politikacıları akla geliyor ister istemez.

KAYNAKÇA

V. I. Lenin, Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, Sol Yay.

V. I. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü. Sol Yay.

V. I. Lenin, Collected Works (Toplu Eserler), Progress Publishers, Moscow, 1977

F. Engels, Anti-Dühring, Progress Publishers, Moscow, 1978

F. Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, Ankara, 1977

K. Marx, Fransada Sınıf Savaşımları, Sol Yayınları, Ankara

Mahir Sayın. Komün’den Ekim’e, Ekim’den Bugüne-

Sosyalist Demokrasi, Devinim Yay. İst. 1993.

Mahir Sayın, Sosyalist Parti Üzerine, Sosyalist Solun-

Birlik Serüveninden Bir Kesit, Devinim Yay.

Teorik Politik Dergi Kurtuluş

Kurtuluş 2001, 1

Yeni Öncü 17, Ekim 1989, s58

Dünya Solu 8

Popüler Tarih Dergisi 8

İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler

İsveç ve Finlandiya Sosyal Demokrat Parti Programları, TÜSEV, İstanbul, 1993

ŞUBAT 2002

2

ÖNE ÇIKANLAR


SSCB NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ

NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?

SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME

Süha ILGAZ

Ütopya Yayınevi

KİTAPÇILARDA

SUNUŞ


İSMET ÖZTÜRK (ÇÖRTÜK İSMET)

Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.

İSMET ÖZTÜRK

İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR


SOVYETLER BİRLİĞİ DEĞERLENDİRMELERİ

SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER

Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.


GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ

GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’

Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.


TEMEL İLKELER

İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER

Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.

Free Web Hosting
Free Web Hosting

İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ

Free Web Hosting